Cumhurbaşkanı Gül: “Türkiye 2023 yılına sağlam, ayakları yere basan, gerçekçi bir vizyon ile hazırlanmalı…”

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Kıymetli Misafirler,

New York’da, yüksek düzeyli yoğun diplomatik toplantılarla geçen bir haftanın ardından, İstanbul’da yüksek yoğunluklu entelektüel bir toplantıda sizlere hitap etmekten memnuniyet duyuyorum.

Geçtiğimiz hafta, New York’da, dünyanın en önde gelen üniversitelerinden Columbia’da, daha güzel bir gelecek için yeni bir dil inşâ etmemiz gerektiğinden bahsettim.

Konuşmamın ilham kaynağı sizlerdiniz. Zira, New York’a hareketimden birkaç gün önce, NPQ dergisi benimle yaptığı röportajda bana ‘yeni siyaset dili’ni, ‘yeni diplomasi dili’ni sormuştu.

Columbia’nın heyecanı yüksek öğrencilerine ve profesörlerine, önce Türkiye’nin bugünün dünyasındaki yerini anlattım. Ardından ise, Türkiye’nin gelecek vizyonunu şekillendiren ‘yeni diplomasi dili’nden bahsettim.

Yeni diplomasi dili, yeni siyaset dili, yeni söylemler, yeni normal dünya. Her bir kelimenin başında yer alan ‘yeni’ sıfatı, aslında, modernitenin bizlere yaşattığı acılardan ve yıkımlardan çıkış arayan bir insanlığa işaret etmiyor mu?

Bugün size, kısaca, dünyanın nerede bulunduğunu ve hangi istikamete doğru yol alacağını anlatacağım. Bilahare, yeni normal dünya düzeninden ne beklediğimize değineceğim.

Ardından, Türkiye’nin yeni normal dünyaya ne kadar hazır olduğunu değerlendireceğim. Son olarak ise, en çok ihtiyacımız olan üç şeyden, azim, cesaret ve bilgelikten bahsedeceğim.
Değerli katılımcılar,

Hâlihazırda uluslararası sistemin üç boyutlu bir “eksik denge” halinde olduğunu düşünüyorum. Söz konusu “eksik denge” halinin “siyasi”, “iktisadi” “beşeri” boyutlu “açık”lardan (deficit) kaynaklandığını değerlendiriyorum.

Stratejik ve siyasi bakımdan tecelli eden eksik dengenin temel sebebi, Soğuk Savaşın ardından yeni bir uluslararası düzenin kurulamamasıdır.

Günümüzde Soğuk Savaş’ın dehşet dengesinin yarattığı dinamiklerle yola devam edilmesi mümkün değildir.

Gezegenimiz artık iki süper gücün etrafında dönmediği gibi, uluslararası muvazenelerde Batı’nın görece ağırlığı da giderek azalmaktadır.

Buna mukabil Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya gibi yükselen güç odakları, uluslararası ilişkilerin sıklet merkezini Doğu’ya doğru kaydırmaktadır.

Öte yandan, uluslararası terörizm, iklim değişikliği, salgın hastalıklar ve sınır aşan örgütlü suçlar gibi mahiyet değiştiren tehditler, geleneksel “güvenlik” anlayışının kapsamını genişletmektedir.

Hâlihazırda uluslararası güç dengesi, ne “tek kutuplu”, ne “çok kutuplu” ne de “kutupsuz” bir nitelik arz etmektedir.

Öte yandan, halen etkilerini hissettiğimiz küresel ekonomik kriz, uluslararası yönetim zafiyetlerini ortaya koymuştur. Ekonomik alanda da yeni ve normal bir düzen kurma gereği ortaya çıkmıştır.

Bir tarafta mali disiplin ve kamu finansmanı bakımından büyük açıklar veren gelişmiş piyasa ekonomileri, diğer tarafta yüksek büyüme gösteren ve cari denge fazlaları nedeniyle devasa egemen fonlar oluşturan yükselen ekonomiler.

Bir tarafta artan petrol ve diğer emtia fiyatlarıyla ihya olan bir avuç ülke, diğer tarafta yüksek petrol, emtia ve gıda fiyatlarının pençesinde kıvranan en az gelişmiş ülkeler.

Tüm bunlar uluslararası ekonomik sistemin de bir “eksik denge” halinde olduğunu gösteren emarelerdir. Bu durum yeni ve normal bir dengeye kavuşuncaya kadar küresel ve bölgesel düzeyde simetrik şoklarla karşılaşma ihtimali var olacaktır.

Değerli katılımcılar,

Bugün artık barış, istikrar, huzur ve refahın yolu, demokratik değerler ve insan hakları standartlarının yükseltilmesinden geçmektedir.
Hukukun üstünlüğünün yerleştirilmesi, siyasi çoğulculuk, eşitlik, farklılıklara saygı gibi değerlerin keza göz ardı edilmesi mümkün değildir.

Ancak bu beşeri değerlerden dünya nüfusunun çok az bölümünün dört başı mamur yararlandığı malumunuzdur.

Milyarlarca insan temel hak ve özgürlükler ile asgari geçim imkânlarından mahrum yaşamakta, bunlardan bir bölümü ülkelerini terk ederek gelişmiş ülkelere yasadışı göç etmenin yollarını aramaktadır.

Öte yandan, artan göç olgusu pek çok gelişmiş ülkede ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve dinsel hoşgörüsüzlük belalarını yeniden su yüzüne çıkartmıştır.

Bu unsurlara, en az gelişmiş ülkelerdeki, eğitim, sağlık, cinsiyet ayrımcılığı, yoksulluk ve kronik açlık gibi sorunları eklediğimizde mevcut uluslararası düzenin “beşeri değerler” bakımından da ciddi bir “noksan ve açık” içerdiği ortadadır.

Küreselleşme olgusunun getirdiği yeni dinamikler daha önce ulusal veya bölge bazında alınan tedbirlerin geçerli olduğu bir paradigmaya son vermiş, stratejik, ekonomik ve insani konularda asgari bir düzen ve denge kurulmasını zorunlu kılmıştır.

Değerli konuklar,

BM Genel Kurulu vesilesiyle yaptığım çeşitli konuşmalarda söz konusu küresel sıkıntıların değişik boyutlarına değinerek bu konularda her şeyden önce yeni bir dil oluşturarak başlamak gerektiğine işaret ettim. Yine küresel soruların çözümü için kolektif sorumluluk, akıl ve eylem çağrılarında bulundum.

Değerli katılımcılar,
Yeni Dünya nasıl olacak? Şimdi buna değinmek istiyorum.

19. yüzyılın son çeyreğinde dünya, İngiltere’nin liderliğinde büyük güçlerin uyumuna dayanan bir dengeye kavuşmuştu. Benzer bir uluslararası dengenin 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde ABD’nin önderliğinde oluşması muhtemeldir.

Bu kez, hâlihazırda en büyük güç olan ABD liderliğinde, AB (ve münferiden büyük üyeleri), Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya gibi büyük güçlerin uyumuna dayanan bir düzen.

Binlerce yıllık devlet geleneğine ve büyük bir imparatorluğun tecrübe, hafıza ve refleks mirasına sahip Türkiye, bu yeni uluslararası düzende hak ettiği yeri alacaktır.

Bunun için, önümüzdeki 10-15 yıllık süreçte, bilimsel, teknolojik, askeri ve ekonomik açıdan ciddi bir “yakalama” ve “öne geçme” çabası içine girmeli ve toplumumuzu bu hedef etrafında mobilize etmeliyiz.
Üç gün önce Columbia Üniversitesi’nde yaptığım konuşmada müreffeh bir gelecek için ülkemizin uluslararası düzene ilişkin vizyonunu açıklamıştım.

O konuşmada, yeni bir diplomasi ve siyaset dili oluşturulmasından bahsetmiştim. Bununla birlikte, bizim yeni ve normal bir uluslararası düzen temennimiz “revizyonist” bir saikten kaynaklanmamaktadır.

— Biz halihazırda uluslararası sistemde görülen ve izah etmeye çalıştığım “üç boyutlu açık”tan neşet eden sorunlara cevap veren ve evrilerek oluşacak bir dengenin kurulmasını arzu ediyoruz.

— Ülkelerin Soğuk Savaş mantığıyla 1. 2. ve 3. dünya ülkesi olarak kategorize edilmediği bir düzen istiyoruz.

— Uluslararası ilişkilere Avrupa-merkezli bakış açısından değil, evrensel değerler ve dünya-merkezli zaviyeden yaklaşan bir düzen talep ediyoruz.

— İlke ve amellerin, kulüp aidiyetlerinin üzerinde tutulduğu bir düzen tasavvur ediyoruz.

— Sadece yenenlerin ödüllendirildiği, kaybedenlerin cezalandırıldığı bir sistem yerine, yenilenlerin de kazanıldığı bir düzen istiyoruz.

— Katılımcı, adil ve herkesi kucaklayan, ancak gerektiğinde tehditleri göğüsleyebilecek güç, araç ve düzenlemelerine sahip bir uluslararası düzen.

— Çok kültürlü, çok boyutlu, heterojen, fakat uyumlu bir düzen.

— Kimlik ve inançların hiyerarşik olarak sınıflandırılmadığı, ötekileştirmeyen yeni bir düzen.

— Güç merkezlerini çoğullaştıran ve birbirine muhtaç kılan bir dünya, tekil bir gücü ve hegemonyayı reddeden yeni ve normal bir dünya.

— Sembollere değil, niteliklere bakarak konum almayı tercih edenlerin dünyası.

— Retorikle değil, icraatlarıyla konuşanların dünyası.

Kıymetli misafirler,

Türkiye Cumhuriyeti 2023 yılında yüzüncü yılını kutlayacaktır. Çok değil, bir yarım yüzyıl sonra da, bu topraklara gelişimizin ve bu ülkeyi; Türkiye’yi, kuruşumuzun bininci yılını idrak edeceğiz.

Ülkemizin nice bin yıllar daha bağımsız ve müreffeh yaşayabilmesinin teminatı şüphesiz ki 72 milyonluk genç ve dinamik nüfusumuzdur.

Türkiye’nin iç ve dış politikasının değişmez hedefinin, çağımızda siyasi, iktisadi ve beşeri alanda sağlanabilen en ileri standartları Türk halkına sunmak olmalıdır.

Bu nedenle “yeni normal dünya” için, sağlam, ayakları yere basan, gerçekçi bir vizyonu oluşturmamız gerekiyor.

Bireysel hak ve özgürlüklerden demokratik toplumun temel dinamiklerine, milliyetçilikten laikliğe, eşitlikten adalete kadar pek çok kavrama bakışımızı gözden geçirmemiz gerekiyor.

“Bize özgü demokrasi”, “bize özgü laiklik” “bize özgü devletçilik” gibi söylemlerin, eski siyaset dilinin varlığını devam ettirme araçları olduğunu görmeliyiz.

Bu kavramları sorgulamalı, evrensel kavramlarla karşılaştırmalı ve revize etmeliyiz. Biz bunu yapmadığımız sürece, eski siyaset dili, yeni normal dünyanın gerçeklerinden kendisini koruyacak mekanizmalar geliştirecektir.

İçinde yaşadığımız çağ, içine kapalı olmayı, “dört yanı düşmanla çevrili ülke” söylemini kaldıramaz. Son yıllarda komşularımızla sorunlarımızı çözme ve diyalogumuzu yeniden tesis etme çabalarımız aynı hızla devam etmelidir.

Sınırların kalktığı bir dünyada, Türkiye halkı kendisini Misak-ı Millî sınırlarının içine hapsetmemelidir.

Alıntı : http://tasam.org/index.php?altid=3248

Yorum bırakın

EZBER BOZAN ARAŞTIRMA

Prof. Ömer Çaha, TÜİK rakamları ile referandum sonuçlarını birlikte analiz edince ‘Okumuş CHP’ye cahil AK Parti’ye oy verdi’ önyargısının doğru olmadığını ortaya çıkardığını söyledi

ERDİNÇ AKKOYUNLU İSTANBUL

Fatih Üniversitesi’nden Prof. Ömer Çaha, “eğitimliler ‘hayır’, cahiller ‘evet’ dedi” tezinin temeli olmayan bir önyargı olduğunu ortaya çıkardı. Çaha, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün Türkiye’nin en gelişmiş 10 ilinin sosyo ekonomik verileri ve referandum sonuçlarını birlikte değerlendirdiği çalışmasında AK Parti’ye oy verenler ile CHP’ye oy verenler arasında eğitim, sosyal ve kültürel olarak hiçbir fark olmadığını belirledi. Çaha, seçmenler arasındaki esas farkın “Cuma namazı”, “oruç” ve “içki içme” gibi yaşam şekillerinde olduğunu söyledi. CHP’ye oy veren seçmenin yüzde 50’si içki içerken, bu oran AK Partili seçmende yüzde 15 düzeyinde.

EĞİTİMSİZ SEÇMEN DE ‘HAYIR’ DEDİ

İzmir, Ankara, Eskişehir, Bursa, Kocaeli, İstanbul, Çanakkale, Denizli, Isparta ve Muğla’nın eğitim düzeylerini referandumda verilen oy oranları ile karşılaştıran Çaha, “oy oranı/eğitim düzeyi” ilişkisini şöyle anlattı: “CHP’nin kalesi haline gelen İzmir nüfusunun yüzde 6’sı okuma yazma bilmiyor, yüzde 41’i ilkokul, yüzde 5’i ortaokul, yüzde 19’u lise, yüzde 10’u üniversite mezunu. Bu veriler yüksek oranda hayır oyu çıkan Çanakkale, Edirne ve Muğla için de aşağı yukarı aynı.

Buna benzer bir tabloyu AK Parti’nin kalesi olarak kabul gören ve yüzde 78 ‘evet’ çıkan Konya’da da görüyoruz. Okuma yazma bilmeyenler Konya nüfusunun yüzde 6’sını, ilkokul mezunları 49’unu, ortaokul mezunları yüzde 4’ünü, lise mezunları yüzde 13’ünü, üniversite mezunları ise yüzde 7’sini oluşturmakta. ‘Evet’ oylarının yüzde 60’lar düzeyinde çıktığı ve AK Parti’nin üstüste seçim kazandığı Kayseri, Kocaeli ve Sakarya illerinin eğitim düzeyi Konya’ya göre biraz daha yüksek.

ROMANLAR HEP CHP’YE OY VERDİ

Bu verilerle yapılan analizde ‘hayır’ oylarının yüksek eğitimlilerden geldiği tezinin doğru olmadığı anlaşılır. ‘Hayır’ oylarının oranı İzmir’de yüzde 64 düzeyindedir. Tüm üniversite mezunları ile lise mezunlarının hayır yönünde oy kullandığını varsaysak bile bu yönde oy kullanan seçmenin yüzde 35’i ilkokul ve altında bir eğitim düzeyine sahiptir. CHP öteden beri Edirne’de yaşayan yüksek miktardaki Roman vatandaşların oyunu silme almaktadır. Roman vatandaşların genel olarak düşük eğitime sahip olduğu bir gerçektir. Bugün üniversite mezunu ile yüksek lisans veya doktorasını tamamlayan nüfusun toplam nüfus içindeki oranı yüzde 7.2 düzeyinde. Bu basit veri bile CHP’li seçmenin yüksek eğitimli seçmen kitlesinden oluştuğu tezini çürütmektedir.”

ARADAKİ FAY HATTI İÇKİ İÇMEK

CHP ile AK Parti seçmeninin birbirinden yaşam şekilleriyle ayrıldığını belirten Prof. Çaha şunları söyledi:

“Sinema ve tiyatroya gitmekle sigara içme konusunda CHP’li seçmenle AK Partili seçmen arasında anlamlı bir farklılık yoktur. İki parti seçmeni de yaklaşık olarak benzer düzeyde sinema ve tiyatroya gitmekte ve sigara içmektedir. CHP’li seçmenle AK Partili seçmen arasındaki esas farklılık ‘Cuma namazı’, ‘beş vakit namaz’, ‘Ramazan’da oruç’ ve ‘içki içme’ alışkanlıklarında yatıyor. İki parti arasındaki fay hattı içki. AK Parti’ye oy verenler genel olarak namaz ve oruç konusunda yüksek hassasiyet sergilerken, CHP’li seçmen daha düşük bir eğilim göstermektedir. İçki konusunda ise tersi bir durum söz konusu. Araştırmamıza göre CHP’ye oy veren seçmenin yüzde 50’si düzenli veya arada bir içki içerken, bu oran AK Partili seçmende yüzde 15 düzeyindedir.”

Önyargının asıl kaynağı ‘bidon kafa’ ve ‘göbeğini kaşıyan adam’ tanımıdır

• Prof. Ömer Çaha, “Cahil AK Parti’ye, okumuş CHP’ye oy verir” tezinin bir önyargı haline geleduğini söyledi. Çaha bunun herhangi bir bilimsel ya da basit araştırmaya bile dayanmadan kendini merkez olarak gören medya organlarında sıkça yer aldığı için kalıplaştığını belirtti. Bunda AK Parti seçmenine hakaret içeren ‘Bidon kafalı’ ya da ‘Göbeğini kaşıyan adam’ ifadelerinin sıkça kullanılmasının çok etkili olduğunu belirten Prof. Çaha, “Bu konuda bir ezber kalıp var. Birçok insan Ege ve Akdeniz eğitim yönünden çok ileri gibi düşünüyor. Bu cahil/okumuş argümanını kullananlar zahmet edip verilere bakmıyor” dedi. Türkiye’de çevre ve merkez anlayışlarının yanlış olması nedeniyle böyle bir önyargı olduğunu belirten Çaha, şöyle konuştu:

“Kendine merkez diyen medya, toplumun gidişatını okumayan, genel eğilimi okumakta güçlük çeken bir medya yapılanması.Medyada ve akademik dünyada kalıplaşmış önyargılar var. Bu önyargılar da çok rağbet görüyor. Cahil ve okumuş seçmen de o medya ve akademik çevre anlaşıyının ürünü.”

‘Biz ta dededen CHP’liyiz’ diyen seçmen, İtalyan akademisyeni çok şaşırttı

• İtalyan akademisyen Yard. Doç. Dr. Michelangelo Guida’yla 2009 Yerel Seçimleri’nde İstanbul’un ilçeleri Kadıköy, Küçükçekmece ve Üsküdar’da seçimlerden önce saha araştırması yaparak kampanyaları izlediklerini, seçimden sonra da 3 bin kişi ile anket çalışması yaptıklarını söyledi. Çaha, “O araştırmaya göre yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi ve gelir bakımından CHP ile AK Parti seçmeni arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık yoktur” dedi. 20’li yaşlarının başında CHP’li olduğunu söyleyen bir seçmenin İtalyan meslektaşıyla yaşadığı olaya ilişkin anıyı da anlatan Çaha, “Seçmene ‘Eğiliminiz hangi parti’ diye sorduk, ‘Biz dededen CHP’liyiz’ dedi. İtalyan meslektaşım bu yanıt karşısında ağzı açık kaldı, büyük şaşkınlık yaşadığını, bir partiye dededen itibaren nasıl aidiyet duyulduğunu anlamadığını söyledi. CHP’ye oy verenler büyük oranda yaşadıkları ilin tercihine ve çevrelerine göre oy verirken, AK Parti’ye oy verenler lidere, icraata ve hizmete göre oy veriyor” dedi.

Yorum bırakın

Referandum sonucu ve siyasi partilerin performansı (Analiz)

Türkiye’de iki önemli 12 Eylül yaşandı… Birisi 12 Eylül 1980 askeri darbesi, diğeri askeri darbe ürünü olan Anayasa’da 26 maddenin değişimi için yapılan 12 Eylül 2010 tarihli referandum…

Türkiye’de iki önemli 12 Eylül yaşandı… Birisi 12 Eylül 1980 askeri darbesi, diğeri askeri darbe ürünü olan Anayasa’da 26 maddenin değişimi için yapılan 12 Eylül 2010 tarihli referandum…

12 Eyül 2010’da gerçekleştirilen referandum, Türkiye’nin idari stemi açısından önemli bir dönüm noktasını teşkil etmekteydi. Sonuçta halkın tercihi değişimden yana oldu ve kazanan Türkiye oldu.

Referandum süreci, sonucu ve siyasi partilerin göstermiş oldukları performansın değişik boyutlarda değerlendirilmesinde yarar vardır.

PROPOGANDA İÇERİĞİ, YÖNTEMİ ve MEDYA

Gerek iktidar, gerekse muhalefet olmak üzere referandum sürecine katkı yapan tüm siyasi partiler, bu süreci 2011 yılında yapılacak olan genel seçimin ön bir provası haline dönüştürmüşlerdir. Bunun yanında referandumu konu alan tartışmalar yerine, propoganda içeriklerinde çoğunlukla genel seçimi andıran tartışmalara öncelik vermişlerdir.
Referandum üzerine konuşmaktan en fazla kaçan parti CHP olmuştur. CHP’nin referandum çıkmazının farkına varan AK Parti, bu durumdan fırsat bilerek iktidarda yaptıkları hizmetleri (!) anlatma zemini bulmuştur.

Türkiye’de 70’li yıllarda alışık olunan ve o zamanlar parti tabanlarına hoş gelen bu kişilikler üzerinden yapılan tartışma üslubü yine yapılmış, fakat o zamanki kadar prim yapmamamıştır. Parti liderlerinin boy, kilo, villa, soy, sop vs. tartışmalarla propogandalar magazinel hale dönüştürülmeye çalışılmıştır.

Referandumla ile ilğili propogandalarda yine ağırlıklı olarak meydan mitinglerini tercih edilmiştir. Gelişmiş ülkelerde ağırlıklı olarak kullanılan iletişim araçlarından TV kanalları ve internet, maalesef Türkiye’de bu süreçte yeteri derecede kullanılmamıştır. Hızlı erişim özelliklerine rağmen, siyasi partilerin iletişimde teknolojiden yeteri kadar yaranmamaları sonucu; birincisi kendilerine ekonomik külfet getirmiş, ikincisi vatandaşın daha fazla zaman kaybına neden olmuştur.

Seçimlerde meydan mitinglerinden amaç; siyasetçinin tabanla direk olarak irtibat kurmasını sağlamaktır. Fakat referandumda gibi konularda halkın daha ziyade içerik biliçlenmesine ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç meydan mitingleri ile giderilememiştir. Meydan mitingleri yerine TV kanallarını kullanılarak, her maddenin uzmanlar tarafından tartışılmış olması, halkın daha fazla bilinçlenmesine sebep olabilirdi. Referandumun sonuçlanmasına rağmen halkın büyük bir kısmının neye evet veya neye hayır dediğini bilmediği, daha çok partisinin eğilimine göre tercihte bulunduğu bir gerçektir.

Bilinçli ve eğitimli toplum olmanın özelliği; gerekli bilgiyi en kısa sürede elde etmektir. Topluma bu imkanı sağlayacak olansa siyasi partiler ve medya ortak çalışmasıdır.

1980 darbesi ile 2010 referandum tarihinin benzer güne denk gelmesi evet oyu tarafının propogandasına değişik bir bir fırsat sunmuştur. Bu fırsatı en fazla AK Parti kullanmış ve darbe mağduru birçok insanın eğilimine etki etmiştir.

SİSTEM ve DEĞİŞİM TALEBİ

Türkiye’de bürokratik idari sistemin tıkanmasına vesile olan ve ülke gelişmesinin önünde bir duvar gibi duran yargı’daki hantal yapı ve satükocu bürokrat anlayışı, referandumla birlikte değişime ve değiştirilme sürecine girmiştir.

„Ülkenin tek sahibi benim“ anlayışından hareketle, bürokratik yapıya statükocu bir anlayış kazandıran ve söz sahibi olduğu bürokratik kurumlardaki tüm imkanları kullanarak, yandaşlık zihniyetinin gelişmesine katkı sağlayan bir anlayış bu referandumla birlikte güç kaybetmiştir.

Dünya’daki değişimi okuyamayan, Türkiye’nin menfaatlerini farkedemeyen statükocu anlayışın bu referandumla birlikte sihirleri bozulmuş, bilinçli olmasa dahi halktan gereken dersi almıştır.

Türkiye’de statükocu zihniyetin bürokrasideki varlığı, ağırlıklı olarak CHP kökünden türemiş benzer dallardan oluşmaktadır. Referandum sonucu itibariyle CHP’nin bürokrasideki işbirliğinin sonu görülmüştür. Artık CHP’de kendisinin diğer siyasi partiler gibi sivil bir sparti olması gerektiğinin farkına varmalıdır… CHP bundan sonra artık sistemin tıkanması adına projeler geliştirmekle uğraşmak yerine, gücünü halktan alma ve ülke menfaatlerine katkı sağlama adına yeni projelerini üretmenin çalışmasına başlamalıdır.

SİYASİ PARTİLER ve PERFORMANSLARI

12 Eylül 2010 referandumuna sebep, Anayasada değişimi talep edilen maddeler hakkında parlementoda yeterli sayıda milletvekili kabül oyunun bulunamamasıdır.

Düşünce bazında birbiriyle hasım olan CHP ve MHP’nin talep edilen değişime karşı statükocu bir anlayışta buluşmaları, en çok milliyetçi-muhafazakar olan MHP tabanında tereddüt meydana getirmiştir.
Hayır cephesinde buluşan CHP ve MHP’nin 1980 darbesi sonucu kapatılması, aslında kendilerinin evet demeleri için tek başına yeterli bir sebeb olabilirdi… Bunla birlikte MHP eski yöneticilerinin büyük bir kısmının darbe sonrası hapsedilmeleri, MHP’nin evet cephesinde yer alması için dahi tek başına geçerli bir sebep olabilirdi…

Düşünce yapısı zıt olan CHP ve MHP’nin, parti üst yönetimlerindeki zihniyet farklılığının parti tabanlarına göre daha az olduğu ortaya çıkmıştır. Bu faklılık kendini milliyetçi-muhafazakar olarak tanımlayan MHP’de daha fazla rahatsızlık vermiştir. Bu durum gösteriyorku; iktidara karşı sadece “cılız muhalefet” anlayışı sergilemek adına veya iktidara karşı sadece “muhalif” olmak adına duruş belirlemek, muhalefet partilerinin taban bağlantılı konumların sıkıntıya sokabilir…

Siyaseti ilim ve adalet ölçüsüne göre yaparak, ülkenin ve milletin meselelerine çözüm arayan siyasi partiler, oy kaygısı düşünmeden “Halka hizmet Hakk’a hizmettir” düşüncesiyle tavır belirlerler. Bu anlayış ülke menfaatini düşünen siyasi partiler ve siyasetçiler için önemli bir kriter olmalıdır.

Rerenadum sürecini siyasi partilerin kendi konumlarına göre değerlendirmek gerekirse;

AK Parti: İktidar partisi AK Parti; „Kazan kanana“ oynamış ve kazanmıştır.
AK Parti nerdeyse tüm enerjisini CHP’nin başarısız politikasına, MHP ve CHP yanyana duruşuna endekslemiştir. Buna birde CHP Genel Başkanı Kılıçtaroğlu‘nun tecrübeziliğini ekleyerek propoganda yapmıştır.

AK Parti‘nin demokratikleşme adına savunduğu evet‘in halk nezninde kabül görmesi ve „cılız muhalefet“ örneği sergileyen Anamuhalefet CHP’nin referandum bağlantılı siyasi söylem yetersizligi AK Parti‘nin pozisyonunu güçlendirmiştir. AK Parti bu durumu bir avantaja dönüştürümüş ve bu avantajı iyi kullanarak halka yüklü miktarda pozitif enerji göndermiştir.

Bu sürecin AK Parti’nin savunduğu evet‘in lehine sonuçlanması, aynı zamanda kendi liderinin performansı ve kararlı tutumu ile ilintilidir. AK Parti aynı zamanda iktidarda yapmış olduğu icraatları anlatma imkanı bulmuştur. Muhalefet partilerinin iktidar deneyimlerinin kısa olmasından faydalanarak onlara karşı bir üstünlük sağlama pozisyonunu yakalamıştır.

Başbakan Erdogan’ın MHP tabanını muhatap alarak gönderdiği mesajlar MHP yönetimini endişelendirmiş ve aynı zamanda eski ülkücü kesimin „Evet“ oyu kullanmalarına vesile olmuştur. MHP tabanında kısmende olsa kabül gören bu yöntemle yeteri kadar evet tercihi sağlanmamış olunsa bile, Başbakan Erdogan’nın bu konuda başarılı olduğu varsayılmalıdır. Bu yöntemin bundan sonraki seçimlerde tekrarlaması muhtemeldir.

AK Parti‘nin referandumda gösterdiği başarıdan dolayı 2011‘de yapılacak olan genel seçime diğer siyasi partilere göre avantaj yakalayarak başlama fırsatı yakaladığını söyleyebiliriz.

CHP: Ana muhalefet partisi CHP; „Kaybet kaybete“ oynamış ve kısmen kaybetmiştir.
Henüz çiçeği burnunda bir genel başkan olan Kemal Kılıçtaroğlu, kendisinden beklenen performansı yeteri derecede gösterememiştir. CHP için büyük umut olarak takdim edilmesine rağmen, genel başkanlık gömleğinin kendisine büyük geldiği söyleneilir…

Genel başkan olduktan sonra halkla buluşma süresinin kendisi için çok kısa olması, kendisinin tecrübe noktasında hazırlıksız yakalanmasına neden olmuştur.

Almanya’da Deniz Feneri Derneği davasında gösterdiği performansı ile Türkiye’de Anamuhalefet partisini genel başkanılığını yürütübileceğini zannetmiş olsa da, sayın Kılıçtaroğlu’nun genel başkanlığa gelişi erken olmuştur… Referandum ve 201l‘deki genel seçimden sonra genel başkanlık koltuğuna talip olmuş olsa durum hem kendisi, hemde CHP açısından belki biraz farklı olabilirdi… Çünki o zaman hem Deniz Baykal daha fazla yıpranacak, hem kendisi CHP için daha fazla umut olacak, hemde tecrübe sahibi olmak için önünde yeteri kadar zaman olacaktı …

Halen 70’li yılların feodal toplum anlayışı politikalarından medet umarak çalışma yapan Kılıçtaroğlu, CHP’nin katmerlenmiş statükocu yapısını, maalesef sosyal demokrat bir dönüşüme kavuşturma gücüne sahip değildir…

CHP’de genel başkanlık sorusunu şimdilik başlamamış olsa dahi, bu tartışmanın önümüzdeki yıl yapılacak olan seçimlerden sonra mutlaka gündeme gelecek ve CHP’de bu tartışmas kaçınılmaz olacaktır. Bu süreci yakından takip eden sayın Baykal ve ekibinin olduğunuda gözardır etmemek gerekir…

Bu referandum süreci; Kemal Kılıçtaroğlu başkanlığındaki CHP‘nin önümüzdeki yıl yapılacak olan genel seçimde AK Parti’ye göre bir adım daha geriden başlama konumuna düşürmüştür…

MHP: Muhalefet partisi olan MHP; „Hazırdan kaybetmeye“ oynamıştır ve kısmen kaybetmiştir.

1980 darbe sonrası birçok parti mensubunun cezaevlerinde ömür geçirmeleri, MHP’nin bu referandumda değişime evet duruşu sergelemesi için yeterli bir sebep olabilirdi.

MHP’nin hayır kararında millet menfaati yerine, AK Parti’ye karşı muhalif olma düşüncesi çıkmıştır. MHP hayır kararını miting meydanlarında milliyetçi- muhafazakar tabanına anlatmakta zorlanmıştır.

Yine o bildik; „Korku dolu senaryolu muhalefet anlayışı“ ile terör içerikli politikaları gündeme taşıyarak, iktidarın terör konusunda yetersizliğini anlatmaya çaba sarfetsede, bu sefer konuda istediği başarıyı sağlayamamıştır.

MHP’nin göstermiş olduğu performansın zayfılığı ve hayır kararıyla CHP ile aynı safa düşmesi, kendisinin önümüzdeki yıl yapılacak olan genel seçime AK Parti‘ye göre bir adım daha geriden başlamasına zemin hazırlamıştır.

SAADET: Parlemento dışı muhalefet partisi olan SP‘nin referandum sürecinde ne kazanıp ne kaybettiğini şimdilik kestirmek mümkün değildir. Duruma göre: Ya bir adım ileri, ya üç adım geri!..

Darbelerin en fazla mağdur ettiği kesim olan Milli Görüş’ün hakkını savunmada eline geçen bu fırsatı değerlendirmesi gereken SP’nin, propoganda sünecinde aktif rol oynayamaması, kendisi için büyük bir talihsizlik olmuştur. SP’nin bu süreçte aktif olamayışının nedeni, hiç kuşkusuz 11 Temmuz’da yaptığı kongere sonucu ortaya çıkan tartışmalı durumdu. Kendisinin halen o kongerenin huzursuzluğunu yaşıyor olması düşündürücü bir durumdur.

SAADET’in geldiğ bu nokta cevap araması gereken önemli birkaç soru vardır:
1) Kongere daha erken veya daha geç bir tarihte yapılsa, nasıl olurdu?
2) SP için referandumda evet‘e katkı mı daha elzemdi, yoksa kongere sonrası ortaya çıkan parti içi huzursuzluğunu telafi etmek mi?

Medya’nın seçimlerde – şayet desteği her zaman olursa – önemli bir propoğanda aracı olmasına rağmen, Türkiye’de halen bu konuda meydan mitingelerinin önceliği önemlidir. Bu mitingler siyasi partilerin kendi teşkilatları tarafından organize edilir. Bu organize için ön şart, parti teşkilatının heyecanlı ve motivasyonlu olmasıdır…

Çağlayan’da yüzbinleri biraraya toplayan SAADET‘in, seçim meydanlarında onbinleri biraraya toplama yeteneğini yeniden elde etmesi gerekir! SP‘nin meydanlarda aktif olması için kaybettiği şeyin ne olduğunu tesbit etmesi ve onu yeniden arayıp bulması gerekir… Aksi taktirde 2011 yılında yapılacak olan milletvekili genel seçim sonucunun SAADET için büyük bir yıkım olabileceğini gözardı etmemek gerekir!

SONUÇ

İçeriğini yeteri kadar bilmese dahi; halk kendisine sunulan değişime onay vermiş ve değişimi kendi geleceği ve Türkiye için önemli bir adım saymıştır…

Referandum süreci „Parti-Seçmen“ ilişkisinde bazı hususları ön plana çıkarmıştır. Bunlar;

a) Parti’nin halen güçlü olduğunu düşünen seçmenler…
b) Partisi‘nin iktidar umudu vadedemediğini göen seçmenler…
c) Partisi‘nin izlediği siyasetin özünü anlayamayan seçmenler,
d) Partisi‘nin kendisine güven vermediğini hisseden seçmenler,

Referandumda „tarf“ olan siyasi partilerin süreci ve ortaya çıkan sonucu dergerlendirken yukardı‘daki şıklardan kendine en uygun olanı seçerek, kendi konumunu değerlendiririken katkısına başvurmasında yarar vardır…
Seçimler siyasi partiler için gerçek bir başarı veya başarısızlık ölçüsüdür. Partiler ortaya çıkan sonuca göre yeniden düşünme, ürteme ve siyaset takdim imkanını sahip olurlar.

AK Parti gibi kitle partileri, müsbet atmosferi yakalamada her zaman başarılı olamayabilirler. Dolayısiyle bundan sonraki süreçte daha toparlayıcı ve kutuplaşmadan öte bir düşünce sergilemelidir.

CHP ve MHP gibi zıt düşüncedeki partilerin sadece kısır muhalif anlayışla, anlamsız bir birliktelik sergilemeleri, parti tabanları tarafından her zaman hoş karşılanmayabilir. CHP ve MHP’nin bundan sonraki birlikteliklerine daha fazla dikkat etmeleri gerekebilir.

Heyacanlı bir tabana sahip olmak isteyen siyasi parti yöneticileri önemli konularda zamanlamayı iyi yapmalıdır. “Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur“ diye boşuna söylenmemiştir…

Sivil bir anlayışla hazırlanan Anayasa’daki değişim talebinin halk tarafından kabülü, özellikle statükocu anlayışa demokratik bir anlayış getirmenin yolu açmıştır.

12 Eyül 1980’de askeri darbe mağduru olan CHP ve MHP, 12 Eylül 2010’da sivil evet‘in mağduru olmuştur!.

Alıntı : http://www.ajans5.com/detay/2010/09/13/referandum-sonucu-ve-siyasi-partilerin-performansi-analiz.html

Yorum bırakın

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, esas hedefimiz barış, istikrar ve refah köprüsü olabilmek.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İran’ın nükleer programıyla alakalı olarak, ”Uranyum köprüsü değil, bizim için esas olan barış, istikrar ve refah köprüsü olabilmek. Türkiye’nin hedefi bu” dedi.

Ahmet Davutoğlu, Conrad Otel’de tertiplenen 6. Türk-İtalyan Forumu’ndan ayrılırken, gazetecilerin sorularını cevapladı.

Bir gazetecinin, ”Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Muhammed el Baradei bir teklifte bulundu. ‘İran, Türkiye üzerinden uranyumu zenginleştirebilir’ dedi. İtalyan Dışişleri Bakanı’nın da Türkiye’nin bu konuda arabulucu olabileceği yönünde söylemleri oldu. Ancak İran, üçüncü bir ülkeyi tasvip etmediğini açıkladı. Bu konuda Türkiye’yi arabulucu olarak görüyor musunuz?” şeklindeki sorusu üzerine Davutoğlu, Türkiye’nin, İran’ın nükleer programıyla ilgili konuda sahiplendiği rolün
yeni olmadığını söyledi.
Davutoğlu, ”En baştan itibaren Türkiye, gerek Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na taraf olan bir ülke, gerekse İran’a komşu bir ülke olarak ve son dönemde de BM Güvenlik Konseyi üyesi olarak, 5 1 ile İran arasında yürütülen tüm çabalarda aktif bir katkıda bulunagelmiştir. Ama bunun adını hiçbir zaman arabuluculuk koymadık. Bu, bizim bu konuyla ilgili doğrudan ilişkimizin doğal sonucudur” diye konuştu.

Konunun, kendisinin ve Başbakan’ın İran ziyaretlerinde ve İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad‘ın İstanbul ziyaretinde ele alındığını ifade eden Ahmet Davutoğlu, ”Bizim çabalarımıza yönelik ilginin artmasının nedeni, sayın Baradei’in gündeme getirdiği husustur. Biz bu konuda gerek Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ile gerek İran ile temaslarımızı sürdürüyoruz” dedi.

Temaslarını, bu gece hareket edeceği Afganistan’da muhtemelen sürdüreceğini belirten Davutoğlu, konuşmasına şöyle devam etti:

”Bölgeyi ilgilendiren konuların diplomasi yoluyla çözülmesine büyük önem veriyoruz. Türkiye olarak yapabileceğimiz katkı da belki şudur;
tarafların Türkiye’ye büyük güveni vardır. İran’dan bugün gelen açıklamayla ilgili bir temasımız olmadı, ama olacak. Detayları
konuşacağız. Ancak orada kastedilen, fizibilite boyutundan daha çok İran’ın iç kamuoyuyla ilgili olarak İran’da girişimin yapılması.
Görüşmelerimizi sürdüreceğiz. Bu konuda Türkiye, elinden gelen her türlü çabayı göstererek, bir krize dönüşmesine engellemek için bölgesine yeni bir vizyon getirmeye çalışıyor.”

Davutoğlu, Türkiye’nin ”uranyum köprüsü” biçiminde ifadelendirildiğinin belirtilmesi üzerine de bu deyimlerin çok doğru olmadığını dile
getirerek, ”Ancak sayın Baradei’in açıklamış olduğu bilinen bir çözüm önerisi bu. Uranyum köprüsü değil, bizim için esas olan barış, istikrar
ve refah köprüsü olabilmek. Türkiye’nin hedefi bu” diye konuştu.

”SOĞUK SAVAŞ ARTIK BİTTİ”
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ”Soğuk savaş artık bitti. Artık bu mantaliteyle düşünmemeliyiz. Kültürel soğuk savaş ve doğu-batı gerilimi
de Türkiye’nin AB’ye üye olmasıyla bitecektir” dedi.

Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi ve UniCredit Group tarafından Conrad Otel’de düzenlenen 6. Türk-İtalyan
Forumu’nda yaptığı konuşmada, forumun, Türkiye ile İtalya arasında mükemmel düzeyde seyreden ilişkilere sivil toplum gücünü kattığını
belirterek, forumun gelenekselleşmesinden ve başarısından duyduğu memnuniyeti dile getirdi.

Akdeniz’in iki önemli bölgesi olan Anadolu ve İtalyan yarımadalarının tarih boyunca birbiriyle yakın etkileşim içinde olduklarını vurgulayan Davutoğlu, bu tarihseletkileşimin siyasal, ekonomik ve kültürel boyutlarına değindi.

”Günümüzde Türkiye ve İtalya, güçlü tarihi bağların yanısıra ortak insani ve demokratik değerler etrafında birleşen dost ve müttefik iki ülkedir.
İlişkilerimizin rotasını, çok boyutlu stratejik işbirliği hedefi belirlemektedir” diyen Davutoğlu, iki ülkenin AB’nin geleceğine
ilişkin benzer yaklaşımları, Akdeniz vizyonları ve transatlantik ilişkilere atfettikleri önemin, ilişkilere sağlam bir zemin kazandırdığını söyledi.

Davutoğlu, Türkiye-İtalya arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilere de dikkati çekerek, İtalya’nın, Türkiye’nin en büyük üçüncü ticaret ortağı olduğunu, 2008 yılında ikili ticaret hacminin 19 milyar dolar olarak gerçekleştiğini bildirdi.

Türkiye’ye gelen yabancı sermaye yatırımları açısından İtalya’nın 5. sırada olduğunu, ülkede halen 700 civarında İtalyan firmasının türlü alanlarda faaliyet gösterdiğini belirten Davutoğlu, enerji alanındaki ortak çalışmaların ülkeler arasındaki işbirliğinin giderek derinlik kazanan
bir diğer önemli boyutunu oluşturduğuna işaret etti.

Davutoğlu, Mavi Akım Doğalgaz Boru Hattı, Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı projelerinin ardından Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı’nın yaşama geçirilmesi için iki ülke arasında başlatılan işbirliğinin Rusya’nın da katılımıyla daha da güçlendiğini belirterek, ”Türkiye’yi enerji merkezine dönüştürmeye yönelik bu büyük projelerin sonuçlandırılması, küresel enerji arzı güvenliğine ciddi bir katkı oluşturacak” dedi.

Türkiye-Yunanistan-İtalya Doğalgaz Boru Hattı projesinin Avrupa’ya enerji sunumunda kaynak ve güzergahların çeşitlendirilmesini sağlayacak önemli bir adım oluşturacağını ifade eden Davutoğlu, ”Türkiye-Yunanistan bölümü Kasım 2007′den bu yana işleyen hattın Yunanistan-İtalya ayağının da bir an önce tamamlanarak hizmete girmesini temenni ediyoruz” diye konuştu.

-TÜRKİYE’NİN AB ÜYELİĞİ-
Türkiye’nin AB üyeliğinin, AB’ye gelecekte gereksinim duyacağı zinde enerjiyi ve dinamizmi kazandırarak, birliğin küresel konumunu güçlendirmek bakımından bir fırsat oluşturacağını vurgulayan Davutoğlu, konuşmasını şöyle sürdürdü:

”Türkiye ve AB, Avrupa kıtasının geleceğine yönelik ortak bir vizyonu paylaşmaktadır. Bu vizyon, yumuşak gücünü artıran, evrensel değerlerini ileriye taşıyan, yekpare olmadan çeşitliliği teşvik eden ve küresel siyasetin kendine güven duyan bir oyuncusu haline gelmiş bir Avrupa kurgulamaktadır. Türkiye’nin üyeliği, Avrupa’nın bu ortak vizyona ulaşmasına yardımcı olacak, Avrupa’ya, dünyanın diğer bölgelerine olumlu yönde değişimde örnek ve ilham kaynağı olmak için gerekli gücü verecektir.”

-”AB ÜYELİĞİ STRATEJİK ÖNCELİĞİMİZDİR”-
Türkiye’nin, komşuları başta olmak üzere yakın çevresiyle ilişkilerini geliştirmeye ve zenginleştirmeye yönelik çabalarını basite indirgeyerek, ”batıdan uzaklaşmak” biçiminde değerlendiren kimi yorum ve analizlerin görüldüğü bu günlerde kimi hususların altını çizmek istediğini belirten
Davutoğlu, şöyle konuştu:

”Türkiye’nin temel stratejik hedefi ve devlet politikası, AB’ye tam üyeliktir. Bu hedefimiz hiçbir zaman değişmemiştir. AB süreci, gerek dış politikamızdaki ağırlığı gerek sağladığı siyasi ve ekonomik dönüşümle Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yaşamının en önemli parçalarından birini oluşturmaktadır. Avrupa modelini esas alan modernleşme çabalarımızın 18. yüzyıla kadar uzandığı
gözardı edilmemelidir. Avrupa ile bütünleşme Türkiye için bu nedenle tarihsel bir süreç ve stratejik bir önceliktir. Kim ne derse desin
tamamlanacaktır. Dış politika alanlarının hiçbiri diğerine alternatif oluşturamaz.”

Soğuk savaşın artık bittiğine dikkati çeken Davutoğlu, ”Soğuk savaş artık bitti. Artık bu mantaliteyle düşünmemeliyiz. Kültürel soğuk savaş ve doğu-batı gerilimi de Türkiye’nin AB’ye üye olmasıyla bitecektir” dedi.

-”ÜZERİMİZE DÜŞENİ YAPTIK”-
Davutoğlu, Türkiye’de son yıllardaki kapsamlı reformlarla demokrasinin güçlendiğini, sivil toplum ve kurumların istikrarlı duruma geldiklerini
ifade ederek, kamuoyunun kendisi için önem taşıyan konuları çok daha şeffaf ve etkili bir biçimde tartışabildiğini kaydetti.

Reform sürecinde yavaşlama olduğunu söyleyenlere en iyi yanıtın, son dönemde kaydedilen gelişmeler ve çok kritik dış politika alanında izlenen etkin ve cesur politikalar olduğunu anlatan Davutoğlu, şöyle konuştu:

”Biz üzerimize düşeni yaptık. Beklentimiz, AB tarafının da taahhütlerine sadık kalmasıdır. Taahhüdüne sadık kalmak demek, müzakere sürecinin
teknik düzeyde objektif olarak yürütülmesidir, siyasal düzeyde bu müzakere süreciyle ilgili olmayan siyasal konuların müzakerelerin
parçası haline getirilmemesidir ve nihayet kısır iç politika gündemlerinin uzun dönemli AB stratejisi karşısında o stratejiyi
etkileyen bir görünüm kazanmamasıdır. Yani değişik ülkelerin kendi iç politikalarına yönelik olarak izledikleri kısa dönemli yaklaşımlar,
aslında AB’nin uzun dönemde küresel bir güç haline gelmesini öngören vizyonla örtüşmemektedir.”

-İTALYA’NIN DESTEĞİ-
İtalya’nın, Türkiye’nin AB üyeliğinin stratejik anlamda taşıdığı değeri net bir biçimde algıladığını memnuniyetle gözlemlediğini belirten Davutoğlu, İtalya’nın Türkiye’nin katılım sürecine verdiği açık ve sürekli desteğin büyük önem taşıdığını vurguladı.

Zorlu müzakere sürecinde en önemli hususun toplumsal destek olduğunu belirten Davutoğlu, şöyle devam etti:

”Maalesef bazı AB liderleri, Türkiye’nin AB’deki konumunu hala sorgulayabilmekte, ilişkilerimizin hukuki temeli ve nihai hedeflerine bağdaşmayan alternatifler önerebilmektedir. Türkiye’nin AB üyeliği tarihi gerçeklere dayanan bir vakadır. Bu vaka karşısında herkesin buna uygun davranmasını bekliyoruz. Bu kimliği her gün tartışmak kimseye bir fayda getirmeyecektir. AB’nin geleceğine vizyoner bakan bütün liderlerin de Türkiye’nin AB üyeliğine bu perspektiften bakacaklarına olan inancımı bir kez daha teyit etmek istiyorum. Türkiye’nin AB üyeliğini günlük siyasi çıkarlar yerine stratejik bir bakış açısıyla değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.”

Türk-İtalyan Üniversitesi’nin kuruluşuna ilişkin açıklamalarda da bulunan Davutoğlu, gerekli tüm desteğin sağlanarak, projeyi hızla yaşama geçirmeyi istediklerini, bu çerçevede iki ülke başbakanları arasında imzalanan anlaşmanın onay işlemlerinin tamamlanmak üzere olduğunu bildirdi ve ”İlişkilerimizi taşıyan güçlü temel üzerinde bugüne kadar gerçekleştirmiş olduklarımız, bizleri Türk-İtalyan ilişkileri bakımından yüreklendirmektedir” dedi.

Alıntı : http://habermerkezi.wordpress.com/2009/11/18/disisleri-bakani-ahmet-davutogluesas-hedefimiz-baris-istikrar-ve-refah-koprusu-olabilmek/

Yorum bırakın

Yerindelik Denetimi ve Kuvvetler Ayrılığı

Anayasa değişikliği ile ilgili yapılacak olan referandum öncesi, hayır cephesi, şaşırtma eylemlerine devam ediyor. Paket içeriğinden uzak iddialarla, halkı iğfal etmeye çalışan bu güruh, paket içeriği mevzu olunca da yanıltmalardan hiç çekinmiyor.

Bunun son örneği, Cumhuriyet gazetesinde karşıma çıktı. Gazete, anayasa değişiklik paketinin 11. maddesinde öngörülen değişikliğin, halkın hak arama özgürlüğüne sınırlandırma getireceğini iddia ediyordu. Bahsedilen değişiklik, yargının idarî eylem ve işlemlerde “yerindelik denetimi” yapamayacağını belirten düzenlemeydi.

Yerindelik denetiminin tanımının ne olduğundan başlayıp, bu konu hakkında şimdiki uygulamanın nasıl olduğunu ve değişiklikten sonra nasıl olacağını araştırdım. Öncelikle yerindelik denetiminin ne olduğundan başlayalım.

Yerindelik Denetimi Nedir? Uygulamaları nasıldır?

Yerindelik denetimi, en basit ifadesiyle, üst birimin, alt birimin eylem ve işlemlerinin “yerinde olup olmadığına” karar vermesi ve “kamu yararına” uygun olmadığına karar vermesi halinde, işlem veya eylemi değiştirmesi veya durdurmasıdır.

Örneğin, köy ihtiyar meclisi bir karar aldı. Fakat kaymakamlık, kararın köye ve halkına yararı olmayacağına karar vererek değiştirdi veya iptal etti. Yani kaymakamlık “yerindelik denetimi” yaptı ve kararın “kamu yararına uygun olmadığına” karar vererek kararı değiştirdi veya iptal etti.

Bir diğer denetim şekli ise “hukukî denetim”… Yani idarenin aldığı bir kararın veya yürürlüğe koyduğu bir işlem ve eylemin hukuka uygunluğunun denetlenmesi… Adından da çok rahat anlaşılacağı gibi, bu denetimi sadece yargı makamları yapabilir.

Gelişmiş demokrasilerde, yerindelik denetimini idari makamlar yapar. Çünkü bir işlem veya eylemin, kamu yararı açısından yerinde olup olmayacağına dair kararı, ancak idari makamlar verebilir. Yargı makamları ise, idarenin işlem ve eylemlerinin “hukukî denetimini” yapar.

Bizde ise durum şu anda farklı… Yargı makamları, idarenin işlem ve eylemlerinde, yerindelik denetimi yaparak, iptal veya değiştirme kararı alabiliyor. Dolayısıyla yargı kendini yasama veya yürütme organı yerine koyabiliyor ve bu durum, “kuvvetler ayrılığı” ilkesiyle zıt bir durumu teşkil ediyor. İdarenin aldığı kararlar, yargıçların hiçbir hukukî dayanak göstermeksizin, sadece “kamu yararına uygun” olmadığı kanaatine binaen, askıya alınabiliyor. Bu da hukuk devletini, “hukukçular devleti” haline getirmiş oluyor.

Sayın Başbakanın, katıldığı programlarda ve yaptığı miting konuşmalarında yakındığı durum da buradan kaynaklanıyor. Yürütmenin ve idari makamların yaptığı atamaların, hiçbir hukukî dayanağı olmadan iptal edilmesi, tayinlerin durdurulup, kişilerin eski yerlerine tekrar yerleştirilmeleri, özelleştirilecek kurumlarla ilgili yapılan ihalelerin iptal edilmesi bu yetki gaspından kaynaklanmaktadır.

Bu durumun son örneği de, geçtiğimiz günlerde yaşandı. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi, yargı tarafından, kamu yararına uygun olmadığı bahanesiyle iptal edildi. Gerekçesi ise, fabrikaların özelleştirmeden sonra, tam kapasiteyle çalıştırılacağının garanti edilmemiş olmasıydı. Kanunen böyle bir zorunluluk olmamasına rağmen, bir yargı organı kendini yürütmenin yerine koyup, bu özelleştirmeyi iptal etmiştir.

Bir İtiraf

Ak Parti’ye açılan kapatma davasının görüşüldüğü hengâmede, partinin kapatılması gerektiği görüşünü savunanlara şu soru sorulmuştu; “iktidar partisi kapatılırsa, devlet maddi ve manevi büyük bir sıkıntı içerisine girmez mi?”. Cevap ise şöyle gelmişti; “AYM, bunu kriter olarak alamaz, almamalı. Yargı makamları işin bu boyutuna girmez, olayı sadece hukukî yönden ele alır.” Aslına bakarsanız, bu cevap bir cihette “yargı yerindelik denetimi yapmaz” manasına gelmektedir. Fakat o zaman bunu söyleyenler, şu anda bu değişikliğe karşı tavır almaktadır.

Cumhuriyet Gazetesinin Ortaya Attığı İddia

Cumhuriyet gazetesinin iddiasına gelirsek, “hak aramaya sınırlama” başlığıyla verdiği haber, tamamen aldatmaya yönelik bir haber. Yerindelik denetiminin, vatandaşın hak aramsıyla, doğrudan bir alakası yoktur. Yerindelik denetiminin, yargı makamlarınca artık yapılamayacak olması, Türkiye’de yerindelik denetiminin ortadan kaldırılması demek değildir. Sadece yargı organları, idarenin işlem ve eylemlerinde yerindelik denetimi yapamayacaktır fakat idare kendi içerisinde yerindelik denetimini yapabilecektir.

Ayrıca, paketin halkın onayından geçmesi halinde, yargının idare üzerindeki bütün denetim yetkisi de kaldırılmış olmayacaktır. Yargı organları, hukukî denetimlerine –olması gerektiği gibi- devam edecektir.

Paketin halkın onayından geçmesi halinde, yargının “yerindelik denetimi” bahanesiyle yetkisini gasp edip, kendini yürütmenin yerine koymasının önüne geçilmiş olacaktır. Bu da halkın zararına değil, yararınadır. Halkın “benim yerime karar versin” diye seçtiği, yerinde karar vermezse bir daha bu görevi vermeyeceği yasama ve yürütme organlarının karar hakkını gasp edebilen bir yargı anlayışına son vermek, halkın iradesinin tecelli ettiği yasama ve yürütme organlarının görevidir.

Nasıl ki yürütme, yargı üzerinde egemenlik iddia edemez, aynı şekilde yargı da yürütme üzerinde egemenlik iddia edememelidir. Ve bu düzenleme de bunu sağlamaya yöneliktir. Böylece kuvvetler ayrılığı ilkesi hakkıyla tesis edilmiş olacaktır.

Kentsel Dönüşüm Projeleri

Bir diğer husus, “kentsel dönüşüm projeleri” gibi idari eylemler. Bu gibi eylemlerde, halkın zarara uğraması halinde, yerindelik denetimi kalkmış olacağı için, vatandaşın hakkını arayamayacağını iddia eden bir kesim de mevcut. Fakat durum hiç de anlatıldığı gibi değil. Çünkü yargının yerindelik denetimi salahiyetinin kaldırılmasından dolayı, devlet vatandaşa istediğini yapma ve yaptırma hakkına sahip olmayacaktır. Aksine paketin kabul edilmesi halinde, kurulacak olan “Kamu Denetçiliği Kurumu” sayesinde, vatandaş devletle olan anlaşmazlıklarında, daha rahat ve daha etkin şekilde hakkını arayabilecektir.

Hasıl-ı kelam; yargının yerindelik denetimi yapmasının önünün kapatılması, daha demokratik bir yasama – yürütme – yargı üçgenini oluşturarak, kuvvetler ayrılığı ilkesini pekiştireceği, anayasal erklerin yetki gasplarının önüne geçeceği aşikardır.

Alıntı : http://www.ibrahimnailacar.com/

Yorum bırakın

Anayasa Değişikliği Paketini Anlama Kılavuzu I

7 Mayıs 2010 tarihinde TBMM’de kabul edilen 5982 Sayılı “T.C Anayasası’nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” 12 Eylül günü halkın oyuna sunulacak.
1982 Anayasası, 1961 Anayasası’ndan farklı olarak anayasanın değiştirilmesi sürecine Cumhurbaşkanı ve belli durumlarda -referandum yolu ile- halkı da dahil etmişti. Bu yönü ile 12 Eylül günü halkın göstereceği irade, sadece politik değil ama hukuksal bir irade olacak ve hukuksal sonuç doğuracaktır. Ne var ki, referandum öncesi kamuoyunda oluşan genel algı, sürecin bütünüyle politize edildiği yönünde. Kuşkusuz bu durumun bir nedeni, iktidar ve muhalefet partilerinin sürecin başından beri katı pozisyonlarını koruyarak referandumu politik söylem düzeyinde iktidar için bir güven oylamasına dönüştürmüş olmaları. İkinci bir neden ise değişiklik paketinin halkla yeterince anlatılmamış olması ve bilinmemesi.
Bu yazı dizisi boyunca doktrindeki tartışmalara girmeksizin madde madde ve basitçe referanduma sunulan hükümleri açıklamaya çalışacağız. Ancak bunu yapmadan önce, sonda söylenmesi gerekeni hemen en başta söyleyerek üç noktanın altını çizmek gerekecek:
1. Türkiye’nin siyasal gelişiminin kendisine özgü çizgisinin sonucu olarak, Türkiye Cumhuriyetinin hiçbir anayasası, milletin hür iradesiyle seçtiği gerçek temsilcilerinden oluşan meclisler tarafından, bir tartışma ve uzlaşma sürecinin ürünü olarak kabul edilmiş değildir. Bu durum, anayasalar bakımından demokratik meşruluk sorunları yaratmış ve sonuçta gerek 1924, gerek 1961 anayasaları uzun ömürlü olamamıştır. Aynı durum, 1982 Anayasası için de geçerlidir. 1982 Anayasası, yürürlüğe girdiği tarihten bugüne tam on beş kez değiştirilmiş ve anayasa hükümlerinin neredeyse üçte biri yapılan değişikliklerden etkilenmiştir.
Referanduma sunulan anayasa değişiklik paketi, en kapsamlıları 1995 ve 2001’de yapılan değişikliklerden farksızdır. Bu paket de tıpkı diğerleri gibi kapsamlı bir değişiklikten uzak ve kısmi niteliklidir. Bu durum da ister istemez akıllara şu soruyu getirir: Acaba paketin referanduma gitmesine gerek var mı idi?

2. Paketin içerik açısından Türkiye’de bir süredir kamu oyunun gündemini oluşturan “Demokratik açılım” ile hiçbir ilgisi yoktur. İlgili değişiklikler devletin “ülke” unsuru ya da devlet rejiminde her hangi bir değişiklik getirmemektedir.

3. Anayasalar, çok doğal olarak genel hükümler içerdiklerinden değişik hükümlerin hayatın maddi pratiğindeki asıl etkisini çıkarılacak yasalar ile birlikte düşünmek gerekecektir. Burada da görev, kuşku yok ki TBMM’ye düşmektedir. Örneğin, “her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma hakkına sahiptir” şeklindeki bir değişik hükmün anayasaya girmesini her halde olumlu karşılamak gerekir. Fakat burada asıl sorun, çocukların bu haktan yararlanmaları için yasal düzenleme yapılıp yapılmayacağı; yapılacaksa bu düzenlemelerin içeriği ve devlet tarafından hangi kurumsal çerçeve içerisinde ne gibi maddi kaynakların ayrılacağı konusudur. Bu konularda gerekli zemin oluşturulmaz ise ilgili değişiklik bir temenniden öteye geçemez.

Bir başka örnek: Değişiklik paketi devlet memurları ile toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde tarafların Kamu Görevlileri Hakem Kuruluna başvurabileceklerinin altını çizmektedir. Kamu Görevlileri Hakem Kurulu kararları kesin ve toplu sözleşme hükmünde sayılacaktır. Peki acaba ilgili kurul nasıl oluşturulacak, kendisine siyasi iktidar karşısında özerklik tanınacak mı? Bu sorunun yanıtı ancak ilgili kanun çıktıktan sonra verilebilir.

Şu halde, çıkarılacak yasaların içeriği bilinmeden değişiklik paketini -içerisindeki kimi hükümler açısından- “olumlu” ya da “olumsuz” şeklinde bir değer yargısı ile nitelemek oldukça güçtür.

***
MADDE 1- Anayasa’nın 10. maddesinin ikinci fıkrasına “Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.” cümlesi ve maddeye bu fıkradan sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.”

Anayasa’nın “kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. Maddesi, “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” ifadesine yer vermektedir. Burada kastedilen ‘Mutlak eşitlik’ yani, bireylerin kişisel ve özel durumlarına bakılmaksızın kanunların herkese eşit olarak uygulanmasıdır.
Bir yüz metre koşusu hayal edin… Koşucular sağlıklı genç bir erkek, orta yaşta bir kadın, hasta bir adam, engelli bir kadın, bir gazi ve küçük bir çocuk olsun. Mutlak eşitlik yarışın kurallarının bütün taraflar için aynı olması demektir. Bu nedenle mutlak eşitlik, çoğu zaman uygulamada adaletsiz sonuçlar doğurur.
Bu noktada ‘nispi eşitlik’ kavramı devreye girer. Nispî eşitlik, aynı durumda bulunan kişilerin aynı işleme tâbi tutulmasıdır. (Yani farklı durumda bulunan kişiler, farklı işlemlere tâbi tutulabilir.) Başka kelimelerle nispî eşitlik, eşit olmayanlara farklı kuralların uygulanmasıdır.
2004 yılında yapılan anayasa değişikliği 10. maddeye “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür” ibaresini eklemişti. Bu cümleden olmak üzere yeni anayasa değişikliği kadın ve erkek arasındaki nispi eşitliği hayata geçirmek için alınacak tedbirlerin mutlak eşitlik ilkesine aykırı olarak görülemeyeceğinin altını çiziyor. Yüz metre koşu parkurunda kadın erkekten daha önde yarışa girecek ve bu durum eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanmayacak.
Gene aynı değişiklik nispi eşitlik ilkesinden (ve dolayısıyla pozitif ayrımcılıktan) yararlanacak kategorileri daha da genişletiyor. Bundan böyle çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler de nispi eşitlik ilkesinden yararlanabilecek.
Gerçekte Anayasa Mahkememiz, içtihat yolu ile nispi eşitlik ilkesinin kapısını aralamıştı. Değişiklik paketi ile yapılmak istenen bu içtihada normatif bir dayanak kazandırmak.

MADDE 2- Anayasa’nın 20. maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.”

Anayasa’nın ‘özel hayatın gizliliği’ başlıklı 20. maddesi “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz” ifadesine yer verir. Aynı maddeye ek getiren değişiklik paketi, kişisel verilerin korunmasını isteme hakkını düzenlemiş ve özel hayatın gizliliği prensibini güçlendirmiştir. Uluslararası insan hakları metinlerinde yer almakla birlikte önceki anayasalarımızda olmayan kişisel bilgi ve verilerin korunması hükmü, Devlet organları ve özel kuruluşlar elindeki kişisel bilgilerin daha etkin korunmasını sağlamak amacıyla Anayasaya konulmaktadır.
Özel hayatın gizliliğinin en etkili şekilde korunabilmesi için, her birey otomatik data dosyalarında kendisiyle ilgili bilgiler saklanmışsa bu bilgilerin ne tür bilgiler olduğunu ve ne amaçla saklandığını öğrenme hakkına sahiptir. Ayrıca her birey hangi kamu otoritelerinin veya özel kişilerin veya kurumların bu dosyaları kontrol altında tuttuğunu veya tutabileceğini öğrenebilecektir. Söz konusu dosyaların, yanlış kişisel bilgilere yer vermesi halinde veya bu bilgilerin hukuka aykırı şekilde toplanması veya kullanılması halinde her birey düzeltme veya bilgilerin ortadan kaldırılmasını talep etme hakkına sahiptir. Kuşkusuz bu yönü ile ilgili değişikliği olumlu karşılamak gerekmektedir.

MADDE 3- Anayasa’nın 23. maddesinin beşinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararına bağlı olarak sınırlanabilir.”

Yerleşme ve seyahat hürriyetine ilişkin Anayasa’nın 23. Maddesi içerisinde halen “Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, vatandaşlık ödevi ya da ceza soruşturması veya kovuşturması sebebiyle sınırlanabilir” hükmü yer almaktadır.
Değişiklik paketi söz konusu düzenlemeye iki noktada farklılık getirmektedir.
İlk olarak vatandaşlık ödevini yerine getirmemiş olmak -ki burada kastedilen askerlik görevinden kaçma ve vergi borcudur- artık yurtdışına çıkışta bir engel teşkil etmeyecektir. Askerlik çağına gelen kişilerin yurtdışına çıkışları da aynı nedenle artık engellenemeyecektir.
İkinci olarak ceza soruşturması ve kovuşturması sırasında hakim kararı ile kişinin tutuklanması yerine ve buna ikame olarak “adli kontrol” tedbirleri alınabilmektedir. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun öngördüğü adli kontrol tedbirlerinden biri de kişinin yurt dışına çıkışının yasaklanmasıdır. Konuya ilişkin değişiklik paketi çıkış yasağının “hakim kararına bağlı olarak” sınırlandırılabileceğinin altını çizmektedir. Kanaatimizce bu, çok da önemli olmayan bir değişikliktir. Zira CMK’ya göre adli kontrole (konumuz açısından yurt dışına çıkış yasağı) karar verecek kişi her durumda zaten hakimdir.

MADDE 4- Anayasa’nın 41. maddesinin kenar başlığı “I. Ailenin korunması ve çocuk hakları” şeklinde değiştirilmiş ve maddeye aşağıdaki fıkralar eklenmiştir.
“Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir.
Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.”

İlgili değişiklik Türkiye’nin de taraf olduğu BM Çocuk Hakları Sözleşmesi hükümlerini tekrarlayarak bunlara anayasal dayanak kazandırmaktadır. Bu yönü ile değişiklik kuşku yok ki olumlu bir adımdır. Ancak, Anayasa’nın 65. Maddesi gereği Devlet, sosyal ve ekonomik alanlardaki görevlerini, malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir. Bu nedenle mali kaynakların yetersizliğinden bahisle devletin Anayasa’nın kendisine yüklediği görevlerden kaçınması kimi zaman mümkün olabilmektedir. Şu halde ilgili düzenleme, asıl anlamını bundan sonra çıkarılacak yasalar ve tahsis edilecek mali kaynaklarda bulacaktır.
MADDE 5- Anayasa’nın 51. maddesinin 4. fıkrası yürürlükten kaldırılmıştır.

Anayasa’nın ‘sendika kurma hakkı’ başlıklı madde 51(4) düzenlemesi “Aynı zamanda ve aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olunamaz” hükmüne yer vermektedir. Değişiklik ile ilgili hükümler yürürlükten kaldırılmakta ve çalışanların birden fazla sendikaya üye olmasının önü açılmaktadır.
Halen var olan düzenlemeye göre, işçi ve işverenler için herhangi bir sendikaya üye olmanın ön koşulu daha önce “aynı işkolunda” kurulu bulunan bir başka sendikanın üyesi olmamaktır. Aksi halde, birden çok sendikaya üye olunması halinde sonraki üyelikler geçersizdir. Bu durumda, çağdaş iş ilişkilerinin çeşitlendiği günümüzde, İş Hukukunun “işçiyi koruma amacına” aykırı olarak farklı işkollarında özellikle kısmi (part-time) çalışanların birden çok sendika üyeliği engellenmiş olmaktadır. Örneğin, “gıda” işkolunda yarım gün çalışan bir işçinin yarım gün de “büro işkolunda” veya iki gün bir işkolunda üç gün diğer işkolunda çalıştığı düşünülecek olursa, bu işçi bu işkollarında örgütlü bulunan sendikalardan sadece birine üye olabilmektedir. Halbuki, işverenleri ayrı ayrı işkollarında faaliyet gösteren iki ayrı işyerinde örgütlü bulunan farklı sendikalardan birinin koruması altında olduğu için diğer işyerinde örgütlü bulunan sendikanın korumasından işçiyi mahrum etmenin hiçbir mantığı olmadığı açıktır. Bu yönü ile ilgili düzenlemeyi olumlu karşılamak gerekecektir.
Ancak düzenlemenin muhtemel iki sakıncasını da not etmek gerekir: İlk olarak çalışanların aynı işkolunda birden fazla sendikaya üye olabilmesi, toplu iş görüşmeleri, toplu iş sözleşmesi imzalanması ve greve gidilmesi süreçlerinde yetki sorunları doğurup işleri karmaşıklaştırabilir. İkinci olarak da düzenleme, sendikaları bir ‘işçi kapma’ mücadelesine sürükleyip -tıpkı 20. Yüzyıl başında ABD’de olduğu gibi- sendikalar arasında acımasız bir rekabet doğurabilir. Hatta o hale gelebilir ki sendikalar işverenden çok bir birleri ile mücadele içerisinde olabilirler.

MADDE 6- Anayasa’nın 53. maddesinin kenar başlığı “A. Toplu iş sözleşmesi ve toplu sözleşme hakkı” olarak değiştirilmiş, üçüncü ve dördüncü fıkraları yürürlükten kaldırılmış ve maddeye aşağıdaki fıkralar eklenmiştir.
“Memurlar ve diğer kamu görevlileri, toplu sözleşme yapma hakkına sahiptirler.
Toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde taraflar Kamu Görevlileri Hakem Kuruluna başvurabilir. Kamu Görevlileri Hakem Kurulu kararları kesindir ve toplu sözleşme hükmündedir.
Toplu sözleşme hakkının kapsamı, istisnaları, toplu sözleşmeden yararlanacaklar, toplu sözleşmenin yapılma şekli, usulü ve yürürlüğü, toplu sözleşme hükümlerinin emeklilere yansıtılması, Kamu Görevlileri Hakem Kurulunun teşkili, çalışma usul ve esasları ile diğer hususlar kanunla düzenlenir.”
Sosyal devlet ilkesinin bir gereği olarak çalışanların sahip olduğu hakları tıpkı bir merdiven basamakları gibi dörde ayırmak mümkün:
– Sendika kurma hakkı / sendikaya üye olma hakkı
– Toplu iş görüşmesi yapma hakkı
– Toplu iş sözleşmesi yapma hakkı ve
– Grev hakkı.
İşçiler bu dört basamağın dördünü de geçebilirken aynı şey devlet memurları için geçerli değildir. 1995 yılında yapılan anayasa değişikliği ile devlet memurları sendika kurma ve toplu iş görüşmesi yapma hakkına sahip kılınmıştır. Fakat devlet memurları üçüncü basamak olan Toplu iş sözleşmesi yapma hakkına sahip değildir. Aynı durum, dördüncü basamak için de geçerlidir.
Yürürlükteki mevzuat ile birlikte düşünüldüğünde bu durum aslında son derece anlaşılırdır. Zira ‘sözleşme’ doğası gereği iki yanlı bir hukuksal işlemdir. İşçi devletin karşısında bir taraftır. Devlet belli bir ücret mukabili bir sözleşme ile işçinin emeğini kiralar. Oysa devlet memuru devletin karşısında bir taraf değildir. Devleti insan bedenine benzetirsek, ‘memur’ kanın içindeki alyuvar, akyuvar gibidir.
Fakat ilginç bir şekilde değişiklik paketinin devlet memurlarına toplu sözleşme imzalama hakkı getirdiği görülüyor. Az evvel belirttiğimiz nedenden dolayı hukuken devlet memurlarının toplu sözleşme imzalaması mümkün değildir. Eğer değişiklikle memurlara bu hak tanınacak ise bunun tek bir anlamı olabilir: Memurlar için şu an var olan güvenceler ortadan kaldırılacak ve memur, devletin karşısında adeta bir taraf olacaktır. Bu durum, devlet memurluğu rejiminde ‘kariyer’ (Avrupa) sisteminin terk edilip özellikle sağ-liberal iktidarlar tarafından desteklenen, ‘kadro’(ABD) sistemine geçişin de habercisidir.
İkinci olarak, değişiklik paketi memurlara grev hakkı tanımaksızın toplu sözleşme yapma hakkını tanırken, toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde tarafların Kamu Görevlileri Hakem Kuruluna başvurabileceklerinin altını çizmektedir. Kamu Görevlileri Hakem Kurulu kararları kesin ve toplu sözleşme hükmünde sayılacaktır. İşte bu noktada ilgili Kurul’un kompozisyonu yaşamsal bir öneme sahiptir. Değişiklik teklifi, Kamu Görevlileri Hakem Kurulunun teşkili, çalışma usul ve esasları ile diğer hususların kanunla düzenleneceğinin altını çizmektedir. Dileriz çıkarılacak kanun, Kurul’un siyasi iktidardan özerk bir şekilde ve hiçbir baskı altında kalmadan karar almasına uygun seçim kriterleri ve güvenceler getirir.

MADDE 7- Anayasa’nın 54. maddesinin 3. ve 7. fıkraları yürürlükten kaldırılmıştır.
Anayasa’nın madde 54(3) düzenlemesine göre “Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddî zarardan sendika sorumludur.” Bu anayasal düzenleme yüzünden grev esnasında işyerlerinin güvenliği doğrudan temin edilmekte ve sorumluluğu hisseden sendika, her türlü çabayı göstermekteydi. Değişiklik paketi ilgili hükmü ve dolayısıyla sendikaların sorumluluğunu ortadan kaldırmaktadır. Bu durum, uygulamada ciddi sorunlara yol açma riski taşısa da grev hakkının kullanımının cesaretlendirilmesi noktasında olumlu olarak değerlendirilebilir.
Benzer şekilde, siyasî amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişlerin yapılmasını yasaklayan Anayasa madde 54(7) düzenlemesi de kaldırılmaktadır. Kuşkusuz bu düzenlemeyi de olumlu karşılamak gerekecektir. Ancak ilgili değişiklik acaba grev hakkını siyasi talep ve yasa dışı örgütlerin aracı haline getirir mi? Bu, belki her zaman akılda tutulması gereken bir sorudur.

Alıntı : http://www.tasam.org/index.php?altid=3186

Yorum bırakın

Anayasa Paketinin Tartışılmayan Maddeleri

Türkiye 12 Eylülde bir kez daha anayasa değişikliği için referanduma gidiyor ancak bu süreçte sadece HSYK ve Anayasa mahkemesinin yapısını değiştiren maddeler tartışılıyor. Elbette ki anayasa değişikliği sadece bu iki kurum üzerindeki değişiklikleri içermiyor. Pakette sosyal içerikli diyebileceğimiz çok önemli değişiklikler de var. Ancak bunlar siyasi içerikli diye tabir edilen maddelerin gölgesinde kalmış durumdalar. Pakette, yargı bürokrasisinin merkezi sayılabilecek kurumlarda değişiklik öngörülmesi, tartışmaları bu yöne kaydırdı. Ancak bu değişiklikler anayasal düzenlemelerin yalnızca bir kısmını kapsıyor. Toplumsal alanda ciddi değişikliklere yol açabilecek bu pakette gündelik hayatımızı etkileyebilecek çok sayıda değişiklik mevcut. Kadınlara ve çocuklara yönelik haklar, bilgi edinme hakkı, özel hayatın korunması ve örgütlenme hakkı gibi tartışılan alanlarda önemli değişiklikler getiriyor.

Peki nedir bu sosyal içerikli maddeler ve getirdikleri?

Pozitif Ayrımcılık

Değişiklik paketinin 1. Maddesi Anayasa’nın 10. maddesine ek bir düzenleme getirerek devlet eliyle “pozitif ayrımcılık” dönemi başlatıyor.

Taslağın 1. Maddesi Anayasa’nın “Kanun Önünde Eşitlik” başlıklı 10. maddesinde yer alan kadınlarla erkeklerin eşit haklara sahip oldukları ibaresine ek olarak eşitliğin pratikte de gerçekleşmesine katkı sağlayacak şekilde kadınlar lehine yapılacak pozitif düzenlemelerin eşitlik ilkesine aykırı olmayacağı vurgulanmıştır.

Aynı maddede yapılan başka bir düzenleme ile de “çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel suretle korunması gerekenler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz” şeklindeki düzenlemedir.

Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de kadının durumu göz önüne alındığında, kadın ve erkek arasındaki eşitliğin sadece korunması yönünde alınacak tedbirlerin yetersiz kaldığı, kadının mevcut durumunun bulunduğu noktanın ötesine geçirilmesi için alternatif politikaların hayata geçirilmesi gerektiği görülmektedir. Nitekim Türkiye, Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü’nün 2009 yılında yaptığı “Kadının Güçlenme Endeksi”ne göre 109 ülke arasında 101., Dünya Ekonomik Forumu’nun “Cinsiyet Uçurumu” Endeksine göre 134 ülke arasında 129. sırada. Sosyal İzleme Örgütü’nün 2009’da yayınladığı “Cinsiyet Eşitliği Raporu”na göre Türkiye dünyada 2004-2009 yılları arasında cinsiyet eşitliği konusunda ciddi gerileme yaşanan ülkeler arasında yer almıştır.

Anayasa’nın 10. maddesinde yapılacak değişiklikle, çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özellikle korunması gerekenler için uygulanacak olan ekstra politikaların eşitlik ilkesine aykırı düşmemesi sağlanıyor ve “Alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz” ifadesi de kadınlara pozitif ayrımcılığın önünü açıyor.

Özel Hayatın Korunması

Değişiklik paketinin 2. maddesi ise özel hayatın gizliliğini düzenleyen Anayasa’nın 20. maddesine getirilen değişiklikle ilgilidir. Son yıllarda yargıda insanların başına en çok gelen sorunlardan birisi de, özel hayata dair bilgilerin yargıya taşındığı andan itibaren ortalığa saçılmasıydı. Ergenekon iddianamelerinin medyaya taşınması ve sanıkların bu konudaki ciddi itirazları bu konuyu gündeme taşımış, geçtiğimiz aylarda GSM şirketlerince otomatik olarak kaydedilen konuşmaların dökümlerinin yine ortalığa saçılması da konu hakkında düzenlemelere hız verilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Bu durumun nedeni, anayasada özel hayata dair hükümlerin dolaylı ve yetersiz kalmasıdır. Paketle birlikte “Herkes, kendisi ile ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir.” denilerek, bu durum temel bir vatandaşlık hakkı seviyesine çekilmek isteniyor.

2005’de yürürlüğe giren TCK ile kişisel verileri hukuka aykırı olarak kaydetmek ve başkasına vermek suç olarak kabul edilmiştir. Buna karşılık gizliliğin korunması hakkındaki kanun tasarısını 2008 yılından beri Türkiye bir türlü kanunlaştıramadı. Avrupa konseyince imzalanan “Otomatik Olarak İşlenen Veriler Bakımından Bireylerin Korunması Hakkında Sözleşme” 1985 yılında yürürlüğe girmiştir. Türkiye bu sözleşmeyi imzalamış ancak onaylamamıştır. Yani onay kanununu çıkarmamıştır. Bu sözleşmenin onaylanabilmesi için sözleşmede öngörülen ilkelere uygun olarak bir kanunun çıkarılması zorunludur. 2008 yılında Adalet Bakanlığı tarafından tasarısı hazırlanan kanun alt komisyona gönderilmesine rağmen yasalaşmamıştır. 2010 yılında ise bu durum anayasal bir hak olarak düzenlenmek istenmektedir.

Değişiklikle Anayasa’nın 20’nci maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir.

“Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla islenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.”

Seyahat Hürriyeti

Değişiklik paketinin 3. maddesi ile Anayasa’nın 23. maddesi değiştirilmiştir. 23 maddedeki bu değişiklik, yurtdışına çıkış ve seyahat hakkı gibi temel özgürlükleri genişletici mahiyette. Anayasa’nın 23 maddesindeki “Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, vatandaşlık ödevi ya da ceza soruşturması veya kovuşturması sebebiyle sınırlanabilir.” ibaresinden “vatandaşlık ödevi” ibaresi çıkarılmış, yurtdışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hakim kararına bağlı olarak sınırlanabilir düzeye indirgenmiştir. Bu değişiklikle yurtdışına çıkma hürriyetinin “vatandaşlık ödevi” gibi gerekçelerle sınırlandırılmasının yolu kapatılırken, yalnızca hakkında suç soruşturması veya kovuşturması olan kişilerin seyahat özgürlüklerinin hakim kararıyla kısıtlanması yoluna gidilmiştir. Diğer bir ifadeyle, hakkında ceza davası açılan birisi, tutuklu olmamak şartıyla, hakim kararı olmadığı takdirde yurtdışına çıkmakta serbesttir. Böylece, daha önce olan “vatandaşlık ödevi sınırlaması (vergi borcu gibi) tamamen kaldırılırken, hakim (mahkeme) kararı olmaksızın, ceza soruşturma veya kovuşturması “seyahat özgürlüğü”nün önünde bir engel oluşturmayacak.

Anayasa’da yurtdışına çıkma özgürlüğünü sınırlayabilecek nedenler arasında gösterilen “vatandaşlık ödevi”nden anlaşılagelen ifade vergi ödevidir. Uygulamada, yükümlüler borçtan kurtulmak veya ödememek için bazen yurtdışına çıkmaya çalışmakta böylece vergi alacağının tahsili imkansız hale gelmekteydi. Mevcut hükümle, yükümlülerin yükümlülüklerini zamanında yerine getirmelerinin sağlanması, kamu alacağının tahsilinin güvence altına alınması ve tahsilatın hızlandırılması amaçlanmaktaydı.

Mevcut uygulama, vergi tahsilatını sağlamaya yönelik kamu yararını aşması ve idareye geniş yetkiler tanıması nedeniyle haklı eleştirilere uğramaktaydı. En önemli eleştiri ise vergi borcunun tahsilatı ile ilgili vergi mevzuatında daha elverişli, hafif ve uygun yöntemler mevcut iken en ağır yöntemlerden olan ve anayasal koruma altındaki temel hak ve özgürlüklerden seyahat hürriyetinin kısıtlanmasına yol açacak biçimde yurtdışına çıkışın engellenmesinin, amacı aşan bir uygulama olduğu yönündeydi.

Liberal politik ekonomiyi benimsemiş çağdaş ülkelerde, mükellefin mali durumu idarece yakından takip edilip, ödeme gücü ve şartlarına göre planlamalar yapılırken; ülkemizde özgürlüklerin kısıtlanması yoluna gidilmesi hem amacına ulaşmayacak hem de dünyadaki gelişmelerle ters yolda ilerleyen bir çaba olarak yorumlanabilir. Zira günümüz şartlarında gelinen noktada amacı vergi alacağını tahsil etmek olan devletin, yurtdışına servet transfer etmek isteyen veya vergi borcunu ödememe şüphesi bulunan şahısların hesap işlemlerini yakından takip etme ve gerekli önlemleri zamanında alabilmek gibi olanağı bulunurken, bireyin fiziksel engellenmesi yoluna gitmesi daha etkin ve kolay bir yol değildir.

Çocuk Hakları

Referandum yolundaki paketin 4. maddesi ise Anayasa’nın 41. maddesine değişiklik getirmektedir. “Ailenin Korunması” kenar başlığını taşıyan 23. madde “Ailenin Korunması ve Çocuk Hakları” şeklinde değiştirilmiş ve ilgili maddenin devamına “Her çocuk, yeterli himaye ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. Devlet, çocuk istismarı, cinsellik ve şiddete karsı çocukları koruyucu tedbirleri alır.” şeklinde iki paragraf eklenmiştir.

Burada göze çarpan en önemli vurgu “çocuk hakları ve çocuğun yüksek yararı” ibarelerinin anayasal statüye kavuşturulmak istenmesidir. Bu değişiklikler, çocuk haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelere paralel yapılan bir düzenleme olarak olumlu şekilde değerlendirilebilir.

Özellikle çocuklar üzerinde durularak, kamuoyunda “taş atan çocuklar” olarak tartışılan çocukların gösteri ve eylemlerde kullanılması ve aileleri tarafından suça itilmesi durumu, kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahip olduğu çocuğun “yüksek yararına aykırı olmadıkça” şeklindeki düzenleme ile dengelenmek istenmiştir. Madde çocuğu, onu suça iten veya buna müsaade eden ailesine karşı korumayı amaçlanmıştır. Burada, kadına olduğu gibi çocuğa yönelik de pozitif ayrımcılık ilkesine uygun bir düzenlemenin getirildiğini görüyoruz. Söz konusu ifadenin taş atan çocuklar konusundaki hassasiyetten kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Diğer paragrafta “Devlet … çocukları koruyucu tedbirleri alır.” ifadesine yer verilerek çocukların suça itilmelerinin ve istismarlarının önüne geçilmek istenmiştir.

Nitekim son 10 yılda çocukların suça karışma oranları hayli artmış, çocuk istismarları ülke gündemine oturmuştur. 2000-2004 yılları arasında mala karşı suçlarda ve özellikle hırsızlıkta, 2005-2008 yılları arasında gasp ve kap-kaç suçlarında, 2007-2008 yıllarında siyasi cinayetlerin işlenmesinde, 2009-2010 yıllarında yasa dışı gösteri ve eylemlerde çocukların kullanılması ve içinde bulunduğumuz yıl itibariyle de çocuk ihmal ve istismarının sıkça gündeme gelmesi çocuklara yönelik böyle bir düzenlemenin gerekliliğini ortaya koymuştur.
Ülkemizde 27 milyon çocuk bulunmaktadır. Bu sayı pek çok Avrupa ülkesinin nüfusundan fazladır. Bu anlamda ülke nüfusunun yarından fazlasını oluşturan çocuklara yönelik yasal düzenlemelerin yapılması önemlidir. Çocuklara ilişkin pek çok sorun bilinen bir gerçektir. Ancak sorunları bilmek onları çözmek için yeterli olmamaktadır. Sorunları çözmenin en önemli adımı çözüm iradesini ortaya koymaktır. Bu bağlamda böyle bir düzenleme yapma isteği sorunun çözümünde çok önemli bir gelişme sayılabilmektedir.

Sendikal Haklar

Sosyal içerikli denilebilecek diğer değişiklikler ise 5,6,7 ve 13. maddelerde düzenlenen ve sendikal hareketler ve örgütlenmelerle ilgili olan değişikliklerdir. Bu düzenlemelerle anayasanın 51, 53 ve 54. maddelerinde geçen sendikal haklarla ilgili ciddi değişiklikler getiriliyor. Bunların bir kısmı işçi bir kısmı ise memur sendikalarını ilgilendirmektedir.

Bu değişikliklerin en önemlisi memura toplu sözleşme hakkını veren değişikliktir. Zira değişiklik kabul edilirse memurlar ilk defa toplu sözleşme hakkına kavuşacaklardır. Diğer yandan grev hakkının maddede yer almaması önemli bir eksiklik olarak kabul edilebilir. Zira tam sendikal hakların sağlanması, memura iki hakkın birden verilmesiyle sağlanabilir. Öte yandan Anayasa’da memura toplu sözleşme hakkının verilmesi, uygulamada memurların hemen sözleşme yapabilecekleri anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla ilgili kanuni düzenlemenin ne zaman yapılacağı oldukça önemlidir. Hatırlanacağı gibi daha önce memurların örgütlenmesine imkan tanıyan Anayasa değişikliği 1995 yılında yapılmasına rağmen, 4688 sayılı kanun 2001 yılında çıkarılmıştır. Bu durum göz önüne alındığında memur sendikaları, paketin onaylanması halinde, vakit kaybetmeden toplu sözleşme hakkının düzenleneceği bir yasa taslağının çalışmalarına başlamalıdırlar.

Diğer taraftan ILO’nun sendikal haklar konusunda Türkiye’ye getirdiği eleştirilerden biri olan “birden fazla sendikaya üye olunamaz” hükmü çıkarılarak aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olma hakkının önü açılmaktadır. Bu düzenleme grev hakkına sahip olan işçileri ilgilendirmektedir. Bir diğer madde ile mevcut anayasanın 54. maddesi’nde yer alan “grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddi zarardan sendika sorumludur” hükmü çıkarılmaktadır. Dolayısıyla grev esnasında meydana gelen zararlardan sendikaların sorumlu tutulması kaldırılmaktadır. Bu hüküm nedeniyle grev yapan sendikalar, suçları olmadıkları halde maddi zararlardan sorumlu tutulmaktaydılar. Yine aynı maddenin yedinci fıkrası olan “siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz” hükmü çıkarılmaktadır. Ülkemizde sadece ‘çıkar (menfaat) grevi’ yapılabilmekteydi. Grevin diğer çeşitlerinin uygulanması yasaktı. Düzenleme yasak olan ‘siyasi amaçlı grev’, ‘dayanışma grevi’ ve ‘genel grev’ yapma hakkını getirmektedir.

Sonuç itibariyle değişiklik paketinde sosyal içerikli maddeler olarak tabir edilen bu maddelerin anayasal statüye erişmeleri demokratikleşme ve sosyal devlet ilkeleri açısından önemli gelişmeler olarak kabul edilebilir. Sendikal haklarda yapılan değişiklikler ve yenilikler, kişisel bilgilerin korunmasını isteme hakkının düzenlenip genişletilmesi gibi maddeler anayasanın demokratik duruşunu güçlendirirken; kadınların korunmasının ötesinde pozitif ayrımcılık yoluyla güçlendirilmeye çalışılması, çocuk haklarının anayasal statüye kavuşturulmak istenmesi ve devletin bu konularda yükümlü kılınması sosyal devlet ilkesini güçlendirmektedir.

Elbette ki bu maddelerin Anayasa’ya girmesi yeterli olmayacaktır. Paket kabul edildiği takdirde ilgili kanunların ivedilikle çıkarılması demokrasi yönünde atılan adımları tamamlayıcı nitelikte olacaktır. Diğer yandan kadın ve çocuklara yönelik koruyucu politikaların hayata geçirilmesi de sosyal devlet ilkesi açısından ortaya konulan iradenin tamamlayıcısı olacaktır.

Alıntı : http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=1634

Yorum bırakın

Anayasa Değişikliklerinin Sınırları

Anayasamız, 1., 2 ve 3. maddelerinde ve başlangıçta belirlenen temel ilkelerde anayasanın ruhunu, temel felsefesini ve anayasa  devletin hukuksal temel düzeni olduğu için devletin kimliğini ve temel felsefesini ortaya koymuştur.

Anayasanın netliği ve açıklığı, anayasanın toplumsal değişimlere uyum sağlamasına yetmiyorsa, anayasayı değiştiren yasama organının yine anayasada öngörülen değiştirme koşullarına uyarak anayasanın değiştirilmesi ve boşlukların doldurulması konusundaki yetkisi, devletin hukuksal temel düzeni olan anayasanın sürekliliğinin sağlanmasına hizmet eder. Ama aynı amaca, anayasanın kimliğinin ve kurduğu hukuksal temel düzenin sürekliliğinin ortadan kaldırılması yasağı da hizmet etmektedir.

Anayasa, bu sürekliliğin korunabilmesi için demokratik hukuk devletinin meşru yollardan kendi kendini yok etmesini önlemeye çalışmaktadır.
Anayasamız, cumhuriyetçilik ilkesinin ve Türkiye Cumhuriyetinin insan haklarına saygılı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve üniter hukuk devleti niteliklerinin meşru yoldan kaldırılmasını yasaklayarak, kendi sürekliliğini ve geçerliliğini güvence altına almaya çalışmaktadır. Böylece devletin varlığı, devamlılığı ve bağımsızlığı da garanti edilmiş olmaktadır.

Bununla birlikte Anayasanın istikrarı durağanlıkla karıştırılmamalıdır. Anayasa sadece bugünün değil geleceğin de gereksinmelerini karşılayabilmelidir.

Anayasa ulusun isteklerini büyük ölçüde karşılamaktan uzaklaşır ve salt bir dizi katı kurallar bütünü olarak algılanmaya başlanırsa, değiştirilmesi mümkün olmalıdır. Şüphesiz böyle bir durum anayasal gelişimin en zor sorunlarından biridir. Ancak bir Anayasa Yargısı sistemine sahip devletler bu sorunun kolaylıkla üstesinden gelebilirler. Parlamentoların tereddütle karşılanacak karmaşık siyasal reform girişimlerine gerek kalmadan Anayasa Mahkemelerinin yapacakları yorumlarla bu sorunlara çözüm getirilmeleri mümkündür.

Anayasalarda değiştirilemez ya da ebedi kurallara, Anayasanın Devlet için bir düzen oluşturmak ve toplum için sarsılmaz bir istikrar kaynağı olmak fonksiyonunu pekiştirmek için yer verilir. Ancak Anayasanın aynı zamanda toplum dinamiğine, siyasal, ekonomik, teknolojik gelişmelere uyum sağlaması gereği nedeniyle, nayasalardaki “değişmez kurallar” da ulusun özenle korumak istediği ebedi değerlerin anlatımı olmalı, toplumda bu değerlerin ebediyen korunması gerektiği konusunda consensus bulunmalıdır.

Başta cumhuriyetçilik ilkesi, laik devlet ve üniter devlet ilkeleri olmak üzere T.C.Anayasasının 4. maddesinde sayılan Devletin kimliğini, temel felsefesini oluşturan bu değiştirilemez kuralların, 1924 Anayasasında ve 1982 Anayasası gibi yine halk oylamasıyla kabul edilmiş olan 1961 Anayasasında itinayla ve sarsılmaz bağlılıkla korunmuş olması, onların Türk ulusunun sonsuza dek özenle korumak istediği değerlerin anlatımı olduğunun ve bu değerlerin ebediyen korunması konusunda toplumda oydaşma bulunduğunun göstergesidir.

Yorum bırakın

Teoride uluslararası müzakere ve pratikte AB

‘Müzakere’ kavramının kökleri insanlığın en ilkel dönemlerinde olsa da, bilimsel araştırmalarda bir odak noktası olarak gelişimi son yirmi yılda hızlandı. Konuya birçok açıdan yaklaşılıyor. Bireysel ilişkilerin psikolojik çerçevesinden, iş yaşamına ve siyaset sosyolojisine uzanan birçok bilimsel disiplini ilgilendiriyor. ‘Uluslararası müzakereler’ de çok eski bir kavram, bir siyaset sanatı ve bugün kabul görmüş bir bilimsel alan, ders ve tez konusu. 21. yüzyılda müzakere Müzakereler dolu bir uluslararası gündem içindeyiz. Brüksel’de maliyesi batık Yunanistan’a para yardımı müzakereleri sert geçti. Washington ile Moskova yeniden dünya nükleer silah yönetimini ele almaktalar. Belçika’da Flamanya ile Fransızca konuşan topluluk arasında yeni bir hükümet, yeni bir devlet yapısı müzakere ediliyor. Batı ile İran arasında nükleer kapasite konusu henüz itiş kakıştan müzakere aşamasına geçemedi. İklim değişikliği için dünya yeni bir müzakere turuna hazırlanırken, doğa ile müzakerenin olanaksızlığını hâlâ anlamamış gözüküyorlar. AB’nin kendi içinde ise, müzakereler sabit, olağan ve vazgeçilmez bir süreç. Türkiye’nin AB ile üyelik müzakereleri ise aldı başını gidiyor. Fakat hangi başını aldı? Nereye gidiyor? Meçhul. Uluslararası müzakereler eskiden yalıtımlı bir diplomatik alan veya ekonomik ayrıcalık gibiydi. Şimdi ise, küreselleşmenin artan hızı ile doğru orantılı olarak yeni özelliklere kavuşan bir alandan bahsediyoruz:

• Aktörler çeşitlendiler artık: Devletler, şirketler, sivil toplum kuruluşları, akademik dünya, düşünce kuruluşları, medya ve kamuoyu

• İnternetin sanal dünyası da küresel bir etki ağı ile belirgin bir aktör haline geldi.

• Müzakerelerin kurumsal çerçevesi çok kültürlü özellikler taşıyor: Bireyler, çalışma yöntemleri, hedef ve sonuçların değerlendirilmesinde kültürel referanslar daha karmaşık.

• Bilginin akışı hızlı fakat paralel olarak yanlış bilgi ve yanlış anlama potansiyelleri de genişledi.

• İç ve dış siyasi, ekonomik ve sosyal etkenler arasındaki karşılıklı etkileşim arttı. Örneğin bir uluslararası müzakere halindeki bir heyet aynı zamanda iç siyasetini, medyasını, hissedarlarını, imajını da düşünmek zorunda.

• Her konuda kendi çerçevesi dışındaki boyutlara da dikkat etmek artık kaçınılmaz. Siyaset, ekonomi, toplumsal etkenler, doğaya etkiler, ülkenin, şirketin veya kurumun marka değeri gibi birçok etken devrede.

• Gelişen demokratik arayışlar sayesinde siyasi ve ekonomik aktörlerin karar ve hareket süreçleri artık çok daha saydam, fakat aynı zamanda da çok daha karışık bir hale geldi.

Böylesine hızla değişen bir 21. yüzyıl uluslararası ortamında, Türkiye ve AB uzun süredir bir masanın etrafında oturuyorlar. 2005 yılından bugüne ‘müzakere’ kelimesi siyasal gündemimize AB referanslı olarak yerleşti. Bu kavramın etimolojik kökündeki Latince ‘negotium’ sözcüğü ‘rahat olmayan, zorlayıcı’ anlamından geliyor. Dolayısıyla müzakerenin hiçbir çeşidinin keyifli ve kolay olmasını ummak doğru olmasa gerek. Araştırmacılar bugüne kadar müzakereleri değişik bilimsel yöntemlerle incelemişler. Oyun teorilerinden, davranış analizlerine veya aktörlerin rasyonel tutumlarına uzanan öncelikler var. Müzakerenin belkemiği olan nokta, üzerinde uzlaşma sağlanacak konunun tanımı. Buna da bir dizi aşama ile ulaşılıyor.

AB ile müzakereler: Nasıl olmalı?

Müzakerelerde hazırlık aşaması en genel anlamıyla bilginin gücünü keşfetme evresidir. Hem kendiniz, kurumunuz, ülkeniz, toplumunuz ile ilgili ayrıntılı bir analizi, hem de müzakere ettiğiniz taraf ile ilgili bilgilere sahip olmak için yapılacak çalışmaları içerir. Sun Tzu’nun MÖ 6. yüzyıldan günümüze yansıyan bilgeliği müzakerecilere yol gösteriyor:

“Eğer kendini ve düşmanı biliyorsan bütün mücadeleleri kazanırsın. Eğer kendini biliyorsan düşmanı bilmiyorsan bazen kazanır, bazen kaybedersin Eğer kendini ve düşmanı bilmiyorsan bütün mücadeleleri kaybedersin”

Tabii Sun Tzu’nun çağından bugüne müzakere taraflarının birbirine karşı konumu çok değişti. Karşımızda her zaman düşman değil, sadece bir karşıt ve çoğu zamanda halihazırda veya müstakbel bir ortak veya dost olabilmekte. Türkiye’nin AB ile 2004-2005 yıllarında masaya otururken en temel eksiği kendisi ve AB için gerekli değerlendirmeyi yeterince yapmamış olmasıydı.

AB içindeki güçler dengesini, oyun planlarını, Türkiye’nin güçlü ve zayıf yanlarını iyi analiz etmiş bir konumda olması birçok bakımdan önünü açacak ve karşı tarafın hareket alanını daraltacaktı. İkinci aşama olan kimlik ve üslup oluşturma, kendinizi nasıl tanımladığınız ve konumlandırdığınız ile ilgili. Bu aşamada imaj yönetiminden, siyasi iletişime kadar pek çok konu devreye girmekte. Sadece sizin kendinizi nasıl gördüğünüz değil, aynı zamanda dışınızdaki çevrenin de sizi nasıl değerlendirdiği önem taşıyor.

Özetle sürekli ‘iç tribünlere oynayan’ müzakerecilik anlayışı dış tribünleri etkilemediği gibi, gün geliyor iç tribünleri de boşaltıyor. İç tezahürat, iç destek olmadan dış tribünlere karşı kendinizi, ülkenizi veya kurumunuzu da zor durumda bırakıveriyorsunuz. Örneğin, topluma AB ile neden ve nasıl müzakere edildiğini partiler üstü bir yaklaşımla, sağduyu içinde anlatmak, toplumun desteğini ve siyasal uzlaşmayı seferber etmek bir müzakere ve siyaset sanatıdır. Üslubun yapılandırılması ise kimliğiniz ile uyumlu bir tarza, yaklaşıma sahip olmanız anlamına gelmekte. Örneğin kendinizi Avrupa’da veya bölgenizde bir dizi alanda bir lider olarak tanımlamaktaysanız, müzakere süreci boyunca yaklaşımlarınız ve tarzınız da Avrupalı olmalıdır. Türk dış politikasında, analiz, strateji, söylem, dış görünüş ve imaj bir bütün olarak AB üyeliği hedefine hizmet etmiyorsa, AB ile müzakerelerimiz darbe alır. Aynı şekilde, Türk iç politikasından asgari bir uzlaşma ile AB üyeliği hedefinin gerekli kıldığı ‘çağdaş Türk demokrasisi ve Avrupa toplumu’ yönelimleri yansımıyorsa, AB ile müzakere sürecimizde zemin kayar.

Üçüncü aşama olan bilgi alışverişi taraflar arası etkileşimin başladığı andır. Taraflar birbirlerine yönelttikleri sorularla karşılıklı sınırları anlamaya, tutumlarını kavramaya çalışmaktadır. Bu aşamada çok soru sormaktan kaçınılmamalı. AB ile ilişkilerde Türkiye az soru soran ve sorulara başka soruların yanıtları ile yanıt veren bir konuma kendisini hapseden bir strateji izleyebilmekte. Örneğin iklim değişikliği, AB’nin 2020 Stratejisi ile yeni bir ekonomik büyüme seferberliği tasarlaması veya 2013 sonrası yeni mali perspektifleri, bütçesi gibi konular Türkiye’nin müzakere sürecini doğrudan ilgilendiren AB içi gelişmeler. Türkiye bu konuları gündeme daha derin, geniş ve etkili getirebilmeli. Önümüze konan dar müzakere gündemine sıkışmak verimsiz oluyor.

Oyunun kuralları

Oyunun kurallarının belirlenmesi aşamasında ise, herkes müzakere tutumlarını ve yerlerini alır. AB üyelik süreci ise, aday ülkenin müzakere profilini ve stratejilerini değiştiren ya da sınırlayan kendine has bazı özelliklere sahip. Çünkü:

1. AB üyeliği bir aday ülkeyi uluslar üstü ve devletlerarası nitelikleri olan mevcut bir siyasi yapıya entegre etmekle ilgili. Yeni bir yapı kurmak ve içinde yer almak bahis konusu değil.

2. Üstelik, AB hâlâ siyasal ve kurumsal bir yapılanma içinde. Üyeleri arası iç pazarlık sistemi zorlukla müzakere tutumu belirlemesine sebep olmakta. Bu da AB’nin politikalarını esneklikten uzak, müzakere tutumlarını değiştirilmesi güç kılıyor.

3. AB’nin genişlemesi yalnızca her iki taraf için de kazan-kazan hedefine erişildiğinin anlaşıldığı noktada gerçekleşecek. Fakat buna rağmen sadece aday ülkenin kriterleri yerine getirerek bu hedefe doğru ilerlemesi beklenmekte. Beklentiler hep bir taraf üzerinde. Tabii aday ülke müzakere sanatını iyi kullanarak bu durumu biraz değiştirebilir.

4. Aslında bir pazarlık, al-ver hesabı söz konusu değil. Başlıkların çoğu aday ülkenin yasalarının, politikalarının, kurumlarının ve uygulama sonuçlarının AB müktesebatıyla uyumlulaştırılmasındaki başarının ifadesini içeriyor. Sadece kurumsal ve bütçe düzenlemelerini içeren başlıklarda gerçek bir müzakere için hareket alanı mevcut. Geçiş süreleri, ya da işgücünün serbest dolaşımı, tarım politikası ve yapısal fonlar gibi bazı alanlardaki kararlarda doğrudan müzakereler olabilecek.

AB hedefine nasıl ulaşırız?

AB’nin Türkiye’ye genişleme süreci ancak müzakerelerin verimli hale getirilmesiyle mümkün. Bunun için gerekli şartlar arasında şunları özellikle vurgulamak istiyorum:

1. Türkiye’nin tam üyelik konusundaki kararlılığının teyidi. Bu yalnızca sözlerle değil, ölçülebilir hedeflerle tanımlanmalı. AB standartlarında yaşam şartları için reform sürecine ivme kazandırmalı. Ayrıca toplumsal uzlaşmaya dayalı bir anayasa reformu ile çağdaş, laik, kadın haklarında Avrupa’nın da ilerisini hedefleyen, teknolojiye dayalı bir sanayi politikasına inanan, sosyal haklar konusunda bağnaz olmayan, devleti bir ‘fetih alanı’ olarak değil, ‘vatandaşa hizmet aracı’ olarak gören bir siyasal anlayış gerekiyor.

2. Ulusal bir seferberlik ve rekabet ortamının tesisi. Siyaset, sendikalar, sivil toplum, iş dünyası ve akademi müzakere sürecine gerçekten dahil edilmeli. Geniş koordinasyon toplantıları ile değil, konusuna göre ihtisaslaşmış sürekli ortak çalışma yapıları ile. Şeffaflık bu ortamın tesisinde olmazsa olmaz bir şarttır.

3. Türkiye’nin üyeliğinin bir iç siyaset malzemesi haline getirildiği Fransa, Avusturya ve Almanya gibi geçmişte Türkiye’den göçmen almış olan ülkelerde çok daha ciddi bir iletişim ve ‘ekonomik boyutu güçlü bir diplomasi stratejisi’.

4. Kıbrıs sorununda çözümün AB tarafından daha güçlü desteklenmesi için somut bir eylem planı. Kıbrıs konusunun teknikleştirilmesi ve Kıbrıslı Türklerin sadece adadaki değil, Avrupa’daki haklarının da korunması.

5. Türk halkına yönelik dürüst bir iletişim stratejisi. Türkiye’nin AB’ye katılma süreci kazan-kazan felsefesine dayandığı ölçüde anlamlı. Bu topluma bilgi temelli ve sorgulayan bir bakış açısıyla anlatılmalı. İletişimin akademik bir çalışmanın içine birkaç dernek, enstitü, çalışma ve görüşme toplantılarından ibaret olmadığının yeterince anlaşılmalı. Çağdaş, dünya standartlarında bir sistem kurulmalı.

Önümüzdeki mesele insanları birleştiren liderlik gösterebilmekte. Çeşitli uluslararası çevrelerde müzakere sürecinin yönetiminde AB ve Türkiye’deki liderlik eksikliğinin bu noktaya gelinmesinde önemli rolü bulunduğu yaygın kanı. ‘İnsanlar bir kez birleştiler mi, ne cesurlar tek başlarına öne çıkabilir, ne de korkaklar tek başına geri çekilebilir’ (Sun Tzu).

Kader Sevinç, Avrupa Sosyalist Partisi yönetim kurulu üyesidir.

Alıntı : http://www.siyasaliletisim.org/ariv/makale/655-teoride-uluslararas-muezakere-ve-pratikte-ab.html

Yorum bırakın

ULUSLARARASI HUKUKTA TERÖRİZM

Bir olgu olarak ele alındığında insanlık tarihi kadar eski olduğu ve insanoğlunun
siyasi örgütlenmesine paralel bir gelisim gösterdiği görülen terörizmin, özellikle
ABD’de gerçeklesen 11 Eylül terör olaylarından sonra devletlerin ve uluslararası
örgütlerin daha fazla gündemine geldiği asikardır. Tüm uluslararası kamuoyunu sok
eden bu saldırı sonrasında hegemon konumundaki ABD’nin ilk olarak Afganistan’a
ardından da Irak’a yönelik gerçeklestirdiği askeri operasyonlar, uluslararası hukuk
açısından terörizmin ne olduğu ve terörizmin önlenmesi konusunda uluslararası
hukuk alanında tüm devletleri bağlayıcı genel nitelikli bir hukuk metninin olmayısı
sorunlarının tasıdığı önemi bir kez daha tartısılır hale getirmis ve bu konuda ciddi
adımlar atılması gerekliliğini gözler önüne sermistir. Nitekim Birlesmis Milletler
(BM) Güvenlik Konseyi’nin aldığı 1368 sayılı kararın yorumuyla terörist saldırılardan
ciddi sekilde mağdur olmus devletlerin teröristleri barındıran, destekleyen veya onlara
tolerans gösteren baska devlet ülkelerine karsı silahlı kuvvet kullanmalarını “mesru
müdafaa” hakkına dayandırabileceklerinin ve 11 Temmuz 2002’de toplanan Avrupa
Birliği (AB) Bakanlar Konseyi’nin de insan hakları ve terörle mücadele konusunda
kaleme alınmıs ilk uluslararası hukuk metni olan “İnsan Hakları ve Terörle Mücadele
Hakkındaki İlkeler” kararını kabul etmis olmaları; uluslararası hukuk alanında
terörizmin önlenmesine yönelik gerekli adımların atılmaya baslandığını bizlere
göstermektedir. Bu noktada özellikle devletlerin farklı terörizm tanımlarından
uzaklasarak, ortak ve genel bir tanım üzerinde mutabakata varmaları konusu yasamsal
önemini devam ettirmektedir ki ancak bu olduğu takdirde terörizmin uluslararası
alanda isbirliği çerçevesinde etkisizlestirilmesi mümkün olabilecektir.

Alıntı:http://www.siyasaliletisim.org/ariv/makale/651-uluslar-aras-hukukta-teroerizm.html

Yorum bırakın